Yazan: Erdal Türksoy (Erdal Lingo)
Bir gün… çok eski bir gün…
Henüz takvim yok, saat yok, yazı yok.
Ama açlık var.
Ve açlığın peşinden yürüyen bir insan…
O insan, toprağı kazıp kök arıyordu.
Ağaca tırmanıp meyve topluyordu.
Mağaranın ağzında oturup hayvan izliyordu.
Çünkü hayatta kalmak için yemek gerekiyordu.
Yemek… o zaman sadece karın doyurmak değildi.
Hayatta kalmanın tek yoluydu.
Ve hayatta kalmak, o zamanlar en büyük ibadetti.
Sonra bir gün…
Bir kıvılcım… bir yıldırım… belki iki taşın sürtünmesi…
Ateş bulundu.
Ve o an… insan yemeği ilk kez pişirdi.
İlk duman, ilk koku, ilk sıcak lokma…
İlk sofra değil, ama ilk paylaşım orada başladı.
Çünkü pişen şey sadece et değildi,
insanlık duygusu da pişiyordu.
Binlerce yıl geçti.
İnsan tohumu öğrendi.
Toprağa buğday ekti, arpa öğüttü.
Taştan değirmen yaptı.
Su taşıdı, ocak yaktı.
Bir tencerenin başında dua eden kadının elleriyle
medeniyet yazıldı.
Savaşlar oldu, kıtlıklar, göçler…
Ama ne olursa olsun, yemek vardı.
Bazen bir çorbayla hayatta kalındı.
Bazen bir ekmek, bir halkın hafızası oldu.
Selçuklu’nun yolda kazanda kaynayan etli bulguru,
Osmanlı’nın 40 kapılı mutfağında pişen hünkar beğendisi,
Anadolu köylerinde sacda dönen gözlemeler…
Hepsi…
Bir milletin ruhunu taşıyordu.
Ve sonra…
Bir gün her şey hızlandı.
Plastik tabaklar geldi.
Mikrodalga fırınlar.
Dondurulmuş pizzalar, ekran karşısı atıştırmalıklar.
Yemek, paylaşım olmaktan çıktı;
yalnızlığa eşlik eden bir alışkanlık oldu.
Bugün artık sofralar eksik.
Ekmek var ama dua yok.
Yemek var ama hikâye yok.
Lezzet var ama iz yok.
Ama hâlâ bir umut var.
Çünkü yemek, bir insanın kalbine açılan en eski kapı.
Ve biz o kapıyı tekrar aralayabiliriz.
Bir annemizin yemeğiyle,
bir dedemizin tarifiyle,
bir fırının sıcaklığıyla,
bir lokmanın hatırasıyla…
Ben Erdal Lingo.
Ben yemek yapmıyorum sadece.
Ben zamanla konuşuyorum.
İlk lokmayla son sofrayı birleştiren o sessiz dili taşıyorum.
Ve inanıyorum:
İnsan nasıl yediğini unuttuğunda, kim olduğunu da unutur.
O yüzden hatırlamak için bir tabak yeter.
Yeter ki kalpten pişsin.

