Türkiye…
Dünya mutfaklarının altın madeni.
Dört mevsim, yedi bölge, bin yıllık kültür…
Ama turist geldiğinde ne görüyor?
Kebap.
Biraz döner.
Yanında da cacık.
Soruyorum:
Bu mu Türk mutfağı?
Bizim bütün hikâyemiz bu kadar mı?
Gelen turist, İstanbul’un tarihi sokaklarında yürürken her köşe başında aynı tabelayı görüyor:
“Authentic Turkish Kebab.”
Gerçekten otantik mi?
Yoksa aynı et, aynı sos, sadece farklı bir tabak mı?
Dünya bizi böyle tanıyor çünkü biz kendimizi böyle satıyoruz.
Her şeyi kebap yapabiliyoruz.
Balığı bile şişe takıp “fish kebab” diye sunuyoruz.
Sonra diyoruz ki:
“Türk mutfağı dünyada hak ettiği değeri görmüyor.”
Peki biz gerçekten ona değer veriyor muyuz?
Bir Fransız Türkiye’ye geliyor,
Karadeniz’in yaylasına gitmeden dönüyor,
Ege’nin zeytinyağlılarını tatmadan dönüyor,
Siirt’in perde pilavını adını bile duymadan dönüyor.
Ama kebabı yiyor, çünkü biz onu masanın ortasına zorla koyuyoruz.
Turistlerin çoğu, Türk mutfağının yüzde beşini bile tanımadan ülkelerine dönüyor.
Ve biz buna alıştık.
Çünkü kolayımıza geliyor: Kebap satmak hızlı, kârlı, gösterişli.
Ama bu kolaycılık, Türk mutfağının ruhunu öldürüyor.
Bugün gastronomi turizmi, dünyada milyar dolarlık bir sektör.
İtalya, makarnasıyla, Fransa, peynirleriyle, Japonya, suşisiyle dünyayı büyülüyor.
Bizim elimizde ise kebap dışında yüzlerce eşsiz hikâye var.
Ama biz onları anlatmak yerine şişe takıp pişiriyoruz.
Artık kendimize şu soruyu sormalıyız:
Biz turistin midelerine mi,
yoksa zihinlerine ve ruhlarına mı dokunmak istiyoruz?
Çünkü gastronomi, sadece karnı doyurmak değil,
bir ülkenin hikâyesini yedirmektir.
Ve biz, kendi hikâyemizi hâlâ dünyaya anlatamadık.
Belki de mesele, turistin Türk mutfağını tanımaması değil…
Bizim kendimizi tanımıyor olmamızdır.

