Ateşi, yazıyı bularak ilk aşamasını, tekerleği bularak yer değişimini hızlandıran ve teknolojik yürüyüşünü başlatan insanoğlu sahiplendiği ve yaşamaya karar verdiği alanlarını temiz tutmayı, güzelleştirmeyi zamanla öğrenmiştir. Sevdikçe kalmış, kaldıkça benimsemiş, kimi “yurt, vatan” kimi “memleket” gibi samimi, kendilerine yakın olan kelimeler ile adlandırmışlardır. Bir toprak parçasının vatan olması, doğduğu yeri seven için, anne-evlat ilişkisi gibi çıkarsız, beklentisiz, karşılıksızdır. Bazen sıkıldığımız da olur. O zamanlar gönlümüz bir değişiklik ister. Bu değişiklik kimi zaman uzun sürer, kimi zaman ise birkaç gün yeterli olup sılayı yeniden özleriz. O sıkıldığını düşündüğümüz yer, birkaç günlük ayrılıktan sonra, gözümüzde tütmeye başlar. Özellikle çocukluğumuzun geçtiği, güzel anıları yaşadığımız yerlerden uzak kalmak, insanın yüreğini acıtır. Buna karşılık anıların kötü, bedenimizi ve benliğimizin zedelendiği yerlerden uzak kalmak, çok da zor olmaz. O güzel anıların geçtiği, doğduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği, ilk sevgiliyi tanıdığımız, gülüp oynadığımız yerlerin görüntüsü, sokaklar, sesler, renkler, soluduğumuz havanın bile hatırası gözümüzden, aklımızdan, kalbimizden, genzimizden ömür boyu yitmez. Başka bir diyarda dahi yaşıyorken, güzel günlerde “Şimdi orada olmak vardı!” deriz, bazen sesli, bazen de içimizden. Yaşımız ilerledikçe o güzel hatıraları yaşadığımız yerler gözümüzde tüter. İmkân bulduğumuz ilk anda oralara gitmek, hatıraları yad etmek, sevdiğimiz insanları görmek isteriz. Orası vuslat ile özlenen sıladır artık.
Hayat şartları her vakit istediğimiz coğrafya parçasında, özellikle de güzel hatıraları biriktirdiğimiz yerlerde yaşama şansını vermez. Ya yaşam koşulları ya hayatımıza sonradan giren insanlar ile olma isteğimiz kimi vakit eğitim-öğretim olanaklarının her yerde aynı olmamasından kaynaklı ya da çalışma hayatından ötürü yeni yaşam alanlarında yaşarız. Sonra da gittiğimiz yere “gurbet” deriz. Bu gurbet, zamanla sürekli yaşadığımız yer olsa bile, yüreğimizin bir köşesinde, adı kimi zaman “anavatan, özlenen topraklar, sıla” diye adlandırdığımız “Ölürsem doğduğum topraklara gömün beni,” gibi cümleler kurarak da kutsallaştırmaktan geri durmayız. Bu sevdiğimiz yerlerden uzak kalmalarımız, bazen farklı ülkelerin değişik yerlerinde olduğu gibi, hatta ayrı kıtalarda bile olabilir. Gurbet denilen yerde yaşayanların, sılalarına özlemleri, gitmedikleri, görmedikleri süre de artıkça artar. Bu özlemleri gidermek, geride kalanlara hasretlikleri önceleri telgraf, mektup daha sonraları ise telefon ile gidermeyi becerdi insanoğlu. Ve teknolojinin geldiği son haliyle uzaktakileri hem sesli hem de görüntülü görmek özlemlerimizin şiddetini bir nebze azaltmıştır. Ama her türlü imkana rağmen yine de uzakta özlediğimiz bir sıla her zaman var olacaktır.
Yaşam koşullarının bizi getirdiği yeni yerlere alışmaya çalışmak, güzel anılar biriktirmek, yaşadığımız yere olan uyumumuz, orada yaşayanlar ile iyi ilişkiler kurmamız, gelinen bu yere alışmamıza ve sevmemize neden olur. Yaşadığımız ilişkiler, sevdiğimiz işimiz, okulumuz, yaşadığımız şehrin cazibe mekânları, gurbeti sılaya döndürmemize yardımcı olur. Şayet gelinen yer yirmi dört saat yaşayan bir yerleşim yeri ise, zamanın güzel ve hızlı geçmesine neden olur. Huzursuz bir evde, sıkıcı bir yerleşim yerinde, her gün aynı yüzü görmek, aynı şeyleri yaşamak, o köyden ya da şehirden kopmamızı hızlandırır. Özlemlerimizi uçan kuşlara, gökte menzilini bilmediğiniz yerlere giden uçaklara, duyduğunuz müziğe, içinde kendinizi bulduğunuz bir sanat eserine, bir şiire anlatırız. Gurbet hep soğuktur. Bu soğukluğu hiçbir güneş değiştiremez. Arada bir hatırlanan güzel anılar, o soğukluğu ılımanlaştırır. Kördür gurbetteki, ta ki bir sevdiğine rastlanıncaya kadar sürer bu körlük. Hiçbir dil, sıladan uzak kalmayı anlatamaz. Uzak kaldıkça sessizleşirsin. Bir yerlere bir şeyler yazarak, karalar, özlemlerini kelimelere dökmeyi denersin. “Şimdi saat sensizliğin ertesi, yıldız doğmuş gökyüzü ayaydın, avutulmuş çocuklar çoktan uyudu. Bir ben kaldım tenhasında gecenin, bir avutulmamış ben,” diye biri, bir deftere yazar. Kahredersin bazen, “Neden kıymetini bilmedim oranın, o anın?” Sonra gurbetin geceleri çok hüzünlüdür. Hasret kokar. Sonra sılayı düşünmek yorar insanı. Şarkılar, türküler başka dinlenir. Aynı sözlere başka anlamlar yükleriz. Nedense çok uzun ve karanlıktır gurbetin geceleri. Alışamazsın uykusuna, suyuna, ekmeğine. Uçsuz bucaksız mavi denizlerinde, her dalga bir başka anıyı depreştirir gönlümüzde. Çölde Leyla’sını arayan Mecnun hissini hatırlatır. Sık sık yaşadığı yerde gördüklerini sılasındaki yerlere benzetmeye başlar. Ayrılık ve gurbeti ara sıra ölüm ile karşılaştırıp hangisinin zor olduğunun kıyaslaması gibi, garip, hatta anlaşılmaz çelişkileri yaşarız. Gurbetin yağmurları daha çok ıslatır ve üşütür yüreğimizi. “Söyleyin memleketten bir haber mi var? Yoksa yârin gözyaşları mı bu yağmurlar?”
Bunca olumsuzluğun tek panzehri, gurbeti sıla yapmaktır. Bunu da yeni yaşamaya başladığınız yere ve birlikte yaşadıklarınıza olan sevgi ve saygınız ile yenebilirsiniz. Böylelikle kendinize ettiğiniz işkenceyi azaltıp hayatı zevkle yaşamaya başlarız. Bu süreyi kısaltmayı, hayatınıza giren ya da yakınınızda bulunan, birlikte yaşadığınız ya da yaşamak zorunda olduğunuz insanların kalitesi belirler; eşiniz, kız arkadaşınız, okulunuz, öğretmeniniz, komşunuz, iş arkadaşınız, köyünüz, şehriniz, alışveriş yaptığınız esnaf, hizmet aldığınız belediye ve oradaki görevliler. Bu örneklerini arttıracağımız, insan ve meslek gruplarının dışında, yaşadığınız köyün ya da şehrin mekânları, orayı sevmenizde etkilidir. Şehirleri yönetenler, yöneticisi olduğu yerleşim yerlerinin yaşam koşullarını rahatlatarak, sevimli mekânlar, eğlence yerleri, sosyal ilişkileri artıracak parklar, spor alanları, tiyatro, sinema, galeriler gibi, gelenin, henüz misafir olanın ilgisine göre değişik mekânlar olacağı gibi, spor turnuvaları, müzik ve sanat festivalleri, toplu sinema ve tiyatro günleri, değişik pazar ve panayırlar, inanç merkezleri, şehirleri tanıtan anıtlar, heykeller, orayı sevebilmek için geçerli sebeplerdir. Şehrin hareketli ya da yavaş ama yerel kalkınmadan da payını alarak yaşaması gereklidir. Küreselleşmeden uzak kalmadan, kent halkına hizmetin en iyisini vermesi, gurbettekinin bu şehri sevmesinde çok etkili unsurdur. Ama bu saydıklarım kadar, mutlu bir aile ortamında olmak, alışılmaya başlanan yeni yerleşim yerini sevmenin en büyük sebeplerindendir.
Ben de orta büyüklükte, sanayisi gelişmeye elverişli, tarım ve hayvancılığın önemli bir geçim kaynağı olduğu, güzel bir şehirden geldim. Bunun yanında dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul gibi bir şehirde hayatımın bir bölümünü geçirmiş olarak Almanya`ya Moers`e geldim. Geldiğimde, Almanya ve Moers’te şaşırdığım çok şey yoktu. Hoşuma giden, “Bizde neden böyle değil!” dediğim güzel kurallar dikkatimi çekmişti. Trafik kurallarına uyum, sağlık hizmetindeki kalite, insanların birbirine olan saygıları çok hoşuma gidiyordu. Sokağa çıktığımda tanımadığım birinin beni selamlıyor olması, benim için takdire şayandı. Aslında bu, her yerde olması gereken, sosyal statünün bir yana bırakılarak, karşıdakini sadece “insan” olduğu için saygıyla selamlamak gayet normal bir davranıştı. İnsanlar eksiklerini tamamladıkça memnun olurlar. Biz de yetiştiğimiz toplumda insan ilişkilerindeki kötü örnekleri ile büyüdüğümüz için, bu eksikliğin geldiğimiz bu yerde gideriliyor olması hoşumuza gidiyordu. Hiç Almanca bilmeden, üç tren değiştirerek bir yakınımı ziyarete gittiğimde, bilet satın alma işleminden, bilet kontrolü yapan görevliden, peron değiştirirken anlamadığım şeyleri yarım yamalak konuştuğum İngilizce ile sorup öğrenmiş, bu düştüğüm duruma hiç kimse gülmemiş, benimle dalga geçmemiş, bilakis güler yüzle yardımcı olmuşlardı. İlk hisler hep önemlidir. Benim için de yeni geldiğim bu ülke beni iyi karşılamış, yapacak bir iş her zaman bulmuş, yaptığım işten, kazandığım paradan dolayı ne değer görmüş ne de aşağılanmıştım. Bir meslek sahibi olmak ile, insan olmanın ayrı şeyler olduğunu, bu ülke ve Moers şehrindeki hemşerilerimden yaşayarak görmüştüm
Her ne kadar mutsuz bir evlilik hayatım olsa da üç çocuğum ve Moers benim hayatı sevmeme, umutlarımı yarınlara taşımama yardımcı oldular. Ne komşu şehirler Duisburg ne Krefeld ne de bağlı bulunduğu Wesel benziyordu. Moers’te her şey daha sıcak, daha samimiydi. Benim için büyük bir şehrin minyatürü gibiydi. Her şey birebir aynı, ama ya biraz az ya da daha ufaktı. Ama bunlardan daha önemlisi sıcacıktı. Bu hisleri, Moers`te yaşamaya başladığımın yedinci yılında hissetmeye başladım. Yerli halk duyduğum “Soğuk Alman” tipinden daha sıcak, göçmen işçi olarak gelenlere daha yakınlardı. Belki de bunun asıl sebeplerinden birincisi, Moers’te yaşayan birinci ve ikinci kuşak erkeklerinin büyük bir bölümü madenlerde çalışıp iş arkadaşları ile olan yakınlıkları sayılabilirdi. Madende, yerin metrelerce altında çalışanların, sadece iş arkadaşlığından daha çok “kader arkadaşı” gibiydiler. Verilen molalarda kurulan sofralara oturanın nereden geldiği, nereli olduğu değil, bu zor meslek dalında yanındakine olan güven duygusu idi. Kurulan sofrada olanları kim getirmiş, kimin eşi yapmıştan çok, o samimi anı paylaşıyor olmalarıydı. İş çıkışlarında ya da hafta sonlarında aynı birahanelerde bira bardaklarını tokuşturarak, sağlık ve mutluluk dileklerini paylaşıyorlardı bu madenciler. Benim gözümde bu şehrin birleşici gücü şimdi kapanmış olan madenlerin Maden İşçileri’dir.
Bu şehirde rüyalarımı Almanca görmeye başlarken, bir yandan çocuklarım büyüyor, diğer yandan işime gidip geliyordum. Havaalanında çalışıyor olmam, değişik ülkelerden Almanya`ya gelen insanları ve kültürlerini tanımak benim için iyi bir fırsattı. Ama benim, doğduğum şehir Malatya`dan sonra, kendimi en güvende hissettiğim ve mutlu olduğum şehrin adıydı Moers. Römer Caddesi’ndeki alışveriş yerlerinden, trafik lambalarının sayısına kadar ezberlemiş olmam; bu şehre olan sevdamın rakamsal karşılığıdır. Ama esas olan bu şehir ile duygusal birlikteliğim ve Moers`e olan bağlılığımdır. Çocuklarıma yazdığım şiirler de bile Moers şehri konuydu. Ömrümün yarısını geçirdiğim ve ölünce de küllerimin kalacağına inandığım bu şehrin, Moers`ün sokaklarında huzurla yürümeye, Alman, İtalyan, Polonyalı, eski Yugoslavya`dan ayrılmış ülkelerden, Yunan, Uzak Doğu’dan, Afrika`dan ve diğer ülkelerden gelmiş komşularım ve hemşerilerim ile birlikte yaşamaya devam ediyorum.
Șu ana kadar ilki şiir, ikincisi roman ve üçüncüsü yaşanmış on beş hikâyeden oluşan yeni kitabım olmak üzere yayınlanmış üç kitabım bulunuyor. Bir sonraki kitabımın konusu belli, hatta elli sayfasını yazdıktan sonra, Moers ile ilgili bir kitap yazma isteği oluştu bende. Konusu ne olmalıydı bu kitabın? Yapıları, sosyokültürel durumu mu, ekonomik yapısı, tarihi mi? Gerçi bu bilgilere günümüz şartlarında internet sayesinde ulaşmak pek tabii ki mümkündü. Yine de bir şey bulmalıydım. Bir şehri güzel yapan en büyük ayrıntı o şehirde yaşayan insanlardır. Ve o insanların mutlu olup olmadığıdır. Kendilerini yaşadıkları şehirde güvende ve mutlu hissetmeleriydi.
Nihayet günlerce kafamın içinde dolanıp duran, yeni yazacağım kitabımın konusunu bulunca, üzerimdeki ağır yük kalkmış, kuş tüyü gibi hafiflemiştim. Kitabımın konusunu “Göçmen işçi” olarak bu ülkeye gelmiş, Moers’te yaşayan insanların ve onlara ev sahipliği yapan Almanlar ile yapacağım söyleşi ile oluşturacağım. Böylelikle de bir göçmenin, anavatanına olan özlemini, Moers`e bakış açışını, beklentisini, Moers`ün kentte yaşayanlara kattıklarını toparlayıp siz Moers`lü hemşerilerimin gözü önüne sermeyi umut ediyorum.
Moers den sevgi ve saygılarımla.