1. Haberler
  2. Genel
  3. Müslüman Coğrafyanın Krizleri ve Sefaletlerinin Sebep ve Sonuçları

Müslüman Coğrafyanın Krizleri ve Sefaletlerinin Sebep ve Sonuçları

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bi hêvîya rojên azad û bi rumet…

Müslüman coğrafya, tarih boyunca hep krizlerle iç içe bu günlere geldi. Bu da çözümü zor sefaletler üretti… Bunun sebep ve sonuçlarını irdeliyoruz…

Müslüman bir coğrafya derken, küçük bir toprak parçası ve az bir nüfustan söz etmiyoruz. Bugün sınırları Milyon km karelere ulaşmış bir alan ve üzerinde 1,5 Milyarlık bir insan kütlesini barındıran, 50-60 civarında pek çok farklı özellikleri olan (millet, ırk, mezhep ve inanışlar gibi) devletler kurulmuş. On binlerce yıldır insanlığa beşiklik eden çok geniş bir havzadan söz ediyoruz.

Pek çok zengin yer altı ve üstü madeni, kazancı bol bir tarım ve hayvancılık potansiyelinin olduğu. Güneş, su, verimli toprakların temiz bir havanın bol olduğu. Jeo stratejik açıdan dünyanın kalbi sayılan bir coğrafyadan söz ediyoruz… Elindeki kaynaklar ve imkânlarla batılı ülkelere en etkin bir zenginlik kaynağı olurken, kendisi dünyanın en perişan, kalite ve seviyesi en düşük bir yaşama mahkûm insanların en çok olduğu bir havza.

Üstelik bu insanlar, rızkın Allah’tan geldiğine, onun adil olduğuna, onun seçkin kulları olduklarına. Herkes için en güzel ahlak ve merhamete sahip olgusuna inanılan bir peygamberin ümmeti olduklarına en çok inanmış Müslüman insanlar. Ve bu insanlar böylesi bir yaşama mahkûm insanlar. Bu büyük bir çelişki değil midir? Bu çelişkinin asıl sebebi ne? Onu arıyoruz.

Çünkü bu coğrafyanın en belirgin özelliği, insanlığın ilk ortaya çıkışından bu yana hep dindar bir havayı soluması. Zira bütün peygamberler, Nebi ve Resuller, semavi/ kutsal kitaplar hep burada ortaya çıktı. Çünkü İslam’ın dinler tarihi felsefesine göre ilk peygamber Hz. Âdem. Son peygamber Hz. Muhammed’dir… Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusu, en güzel bir ahlakın temsilcisi ve en ideal bir dinin tamamlayıcısı sıfatıyla burada rol ve görev aldı. Bu yönde çalıştı. Ömrünü tamamladı, gitti.

Peki, bu peygamber, insanlık için yeni olan ne getirdi? Nasıl bir dinden söz etti? Yeni Dinin adı İslam/ Selam. Yani Barış idi. Bu dini, üç temel esas üzerine inşa etti. Vicdan, Ahlak, Adil bir Hukuk. Bu üç temel esas, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, …Hatta hiçbir din ve inanışa sahip olmayanlar için de işletilmesi gerekir. Onurlu bir yaşam ve kalıcı bir barışın herkesi kuşatabilmesi için bu esasların titiz bir şekilde uygulanması gerekir. Çünkü barışçıl toplumsal bir yaşam ancak bu şekilde koruna bilinir ve devam edebilir.

Bu üç esas ile o günkü Arap toplumunun, inançları farklı olan dört katmanı için ortak bir yaşam formatı oluşturdu. Onlar için bir Eman-Güven-Barış şehri, Erdemliler şehri kavramını inşa etti. Arap toplumunun bu dört farklı katmanı kimlerdi? Yeni Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Putperest(müşrik) Araplar idiler. Bu dört farklı kesim, bu esaslar üzerinde herkes Dinini/inanç ve şeriatını yaşayacak. Hiç kimse diğerini ötekileştirmeyecek. Meşru Hak/hukukunu, kazancını, Değerlerini gasp etmeyecek. Dilini, Kültürünü küçümseyip yasaklamayacak… Ticaretine zarar vermeyecek. Herkes toplumun ortak çıkarlarını koruyan örfe-hukuka itaat edecek.

Bu eksende her konuda emanet, ehliyet ve liyakat esas alındı. Öyle ki, İslam’dan önce Kâbe’nin temizlik işlerini yapan bir müşrik olan Osman bin Talha’ya tekrar veriyor…

Hz. Peygamberin ortaya koyduğu bu barışçıl, insani hukuk hayata ne kadar uyarlandı? Bunun doğru bir tespiti ve anlatımını, işin ehli temiz vicdanlara bırakıyoruz.

Biz oradan yola çıkıp günümüze gelmeye çalışacağız. Tarihi verilere göre peygamberin vefatından sonra, İslam toprakları genişleyerek devam etmesine rağmen, önce sahabeleri arasında kanlı bir iktidar yarışı başladı. Sonra Müslümanlar ile olmayanlar arasında kan ve gözyaşı yüklü fetih savaşları başladı. Her ne kadar gerekçe Din ve Müslümanların maslahat ve kazanımları olsa da. Peygamber yaşasaydı buna izin verir mi idi? Bunu düşünmekte fayda var. Çünkü hayatın akışında, özellikle siyaset ve idarede, peygamberin herkes için ortaya koyduğu, hayatın ve barışın temel koruyucusu o üç temel esastan uzaklaşıldı. İktidar, fetih ve ganimet hırsı gözlere, akıllara ve vicdanlara perde çekti.

Bu yüzden peygamberin vefatından çok kısa bir süre sonra Peygamberin en güzide sahabeleri arasında insanı dehşete düşüren bir iktidar kavgası başladı. Bu kavga üç halifenin öldürülmesine yol açtı. Bunlardan biri peygamberin amcası oğlu ve damadı Ali idi. Onun ardı sıra Peygamber (as)’ın torunlarından Hasan zehirlendi, Hüseyin ve arkadaşları çok mazlum bir halde şehit edildi, Bütün bu nahoş olayların yaşanmasında başat rol üstlenen kişi Emevi-Arap hanedanlığının ve din anlayışının kurucusu Muaviye oldu, demek herhangi bir itham anlamı içermez.

Aradan 1400 küsur yıllık bir zaman geçti. O küçük İslam topluluğunun ismi ve sınırları yukarıda sözü edilen noktalara ulaştı. Birçok farklı millet/ kavim, ırk ve kabile bu dine katıldı. Bunlar kendi özelliklerine göre farklı sistem ve rejimleri olan devletler kurdu. Bu devletler, zamanla Dünyadaki gelişme ve etkileşimlere göre bu coğrafyanın her şeyinde olduğu gibi, din ve siyasetine dair tahayyül ve bakış açılarını da temelden değiştirdiler. Hemen her şey manevi ve insani değerleri önemsemeyen vahşi kapitalist/seküler bir dünyanın kabullerine göre şekil ve mahiyet değiştirdi.

Yeni bir Din Algısı ve bu Algının ürettiği bir Siyasetin işleyiş biçimi:  

Peygamberin ortaya koyduğu temel esas; önce dini algıda deforme oldu. Güç ve zenginlik sahibi Dindar kişilik, artık kendinden başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi düşünemez hale geldi. Din kardeşi ama farklı bir milletten olan bir dindarın hak ve hukukunu hiç kale almaz, en kötüsü de bunu düşünemez hale geldi. Ardından kendi dininden olmayana, artık nerede ise hayat hakkı tanımaz oldu.

Bu din algısının yön verdiği bir ruh ile içinde bulunduğu toplumun en alt tabakalarının bile temel haklarını kale alan temiz bir vicdanın, ahlaki bir güzelliğin, adil hukuki bir eşitliğin artık bir anlam ifade edemediği bir siyaset retoriğini inşa ettiler. Bu siyasetin jargon ve söylemlerinin dindar, sosyalist, kapitalist. Demokrat veya milliyetçi olması, temel kabul ve pratiklerinde pek bir şey değiştiremez…

Çünkü günümüzde bu siyasetin temel taşlarını güçlü bir Kapital/Sermaye oluşturuyor. Bu sermaye gücü, bir süre sonra kendi etrafında adı konulmamış, ama kuralları güya demokrasi ve ahlaki normlara uygun, tıpkı Hindistan’daki kast sistemine benzer bir sistem oluşturur. Bu pratikte temel taş/harç sermaye olunca, bu otomatikman çekim gücü yüksek bir mıknatısa dönüşür.

Bu mıknatıs, bu pratiğin bütün alt görevlerine talip ve razı muhtaçları kapsam alanına çeker. Böylece sistemin etrafında yığınla kişiliği bozuk, yapa bildikleri en iyi şey yaranmak (Tirşikçilik) olanlar ve cidden ezilmiş, horlanmış, yoksul menfaat ve beklenti fakirleri toplanır. Onları birtakım kırıntılarla hemen her türlü hizmetlerinde kullanır. Çünkü bu sistemin özü, Umut ve Hayal Tacirliği ve Beklentileri sömürmek üzerine kurulmuştur. Tıpkı şifa dağıttığını iddia eden muskacılar gibi, Kazanım ve kazançların büyüğünü hep kendine yontar.

 Oysa İslam siyaset ahlakında, meşru bir kazancı, tıpkı helal bir av pratiğini yapan avcılar gibi, her şeyi kendi aralarında eşit ve adil bir pay ile kardeşçe paylaşmayı esas alır. Ancak bu siyasette, bu meşruluğun izini bile görmek mümkün değildir.

Bu bariz çelişkiye rağmen bu yeni model kast sistemi, kendi etrafında kümeleştirdiği herkesin, en üst tabakanın kurallarına uyma zorunluluğunu geliştirmiş. Buna Parti üst yönetimi, MYK veya Yürütme gibi isimler verir…

Bu öylesine tuhaf bir sistemdir ki, o partinin en üst yöneticilerinin bile kendi doğrularını özgür iradeleri ile savunup bir politikaya dönüştürebilme özgürlüğü ve şansı yoktur. Bu yöneticilerden birileri biraz açık sözlü ise belki sadece grupta doğrularını biraz savunabilirler ama asla guruptan bağımsız bir şekilde bir politik karara dönüştüremez. Buna kalkıştığı taktirde o partiden atılmaya kadar, pek çok yaptırımla karşılaşır. Ya da o kişi artık bir çeşit otomatik robota dönüşme ihtimalini gördüğü için yorulur, kendisi istifa eder, Kendini bu cendereden kurtarır. Çünkü bu sistemde, Parti yönetimi işlerini çoğunluk kararı esasına göre yürütür…

Çoğunluk, bile isteye yanlış politikalar üretse bile ki, çoğu temiz bir vicdan, adalet ve ahlaktan uzak bir sürü yanlış kararlar ve politikalar üretmede gayet mahirdirler.

Günümüzde hemen her partinin bu tarz yanlış politikaları millet ve toplum tarafından resmen lanetlenir. Ama buna rağmen o guruptaki herkes bu yanlışa uymak zorundadır. Niye? Çünkü Partinin üstün çıkarları, menfaatleri ve hayatiyetini sürdürebilme işgüzarlığı veya riyakârlığı…

 Oysa Kurân’da birçok hususta çoğunluğun, insanların çoğu veya onların çoğu ifadesi, kullanılarak yanlış yolda olduğu bildiriliyor.

Bu ikazımız bütün bu olup bitenlere rağmen hala Müslümanlık iddiaları olan partilerin mensupları içindir. Diğerlerine bir sözümüz yok. Ancak bu Müslüman iddialı partiler, farklı talep ve paradigmaları olan partiler ile bir ittifak veya işbirliği yaptıklarında, yukarıda sözünü ettiğimiz türden yanlış politikalarından birini veya bir kaçını savunur hale düştükleri vakit, onlara Allah’ın kelamları ile aşağıdaki ikazı yapmamız, onların hayrınadır. Zira onlar da bizim gibi kendilerine Müslümanız, diyorlar. Onlar bu ikazı ne kadar dikkate alırlar? Bu da onların sorunu…

Çoğunluğa uymanın zararlarını bildiren âyet meallerinden bazı örnekler:

– Çoğu fâsıktır. (Maide 49, 81, Tevbe 8, Hadid 16, 27)
– Çoğu müşriktir. (Rum 42)
– Çoğu inanmaz, iman etmez. (Bakara 100, Hud 17; Rad 1)
– Çoğu inkârcıdır. (İsra 89)
– Çoğu gâfildir. (Yunus 92)
– Çoğu şükretmez. (Bakara 243, Yunus 60, Yusuf 38)
– Çoğu zanna uyar. (Yunus 36)
– Çoğu nankördür. (Furkan 50)
– Çoğu yalancıdır. (Şuara 223)
– Çoğu Allah’a ortak koşar. (Yusuf 106)
– Çoğu haktan hoşlanmaz. (Zuhruf 78)
– Çoğu Kur’an’dan yüz çevirdi. (Fussilet 4)

– İnsanların çoğuna uyan sapıtır. (Enam 116) (https://dinimizislam.com/detay.asp?Aid=795)

Bugüne kadar siyaset olgusunu, herkes için Vicdan, Ahlak ve Hukuku esas almayan bir şekilde kurgulayan bir siyaset retoriği, bu coğrafyanın ve üzerinde yaşayan toplumların hangi sorunlarını çözdü? Çözüyor? Çözebilir?

Bu retorik, hangi jargonu kullanırsa kullansın, ona ne ad vermek gerekir acaba? Bir cevap niyetine, bazı somut örnekler vererek sözlerimizi sonlandıralım:

Örneğin Bu Müslüman coğrafyada, en az 150 yıldır, tanımsız dram ve trajediler üreten bir Kürt, Kurdistan Problemi var. Kurdistan toprağı tam 100 yıldır, bütünüyle askeri bir zorbalıkla 4-5 parçaya bölünmüş durumda.  Bu bölünmüşlükte başat bir rolleri olan Türk, Arap ve Farsların her birinin beşer onar milli devletleri var. Ama bugün, bu parçalanmış Kürt topraklarında doğup büyüyen insanların nüfusları 70 milyonu geçti. Bu kitlenin Can, Namus, Mal, Düşünce, Dil, Kültür ve Geleneklerini koruyabilecek, güvenip sığınabilecekleri bir devletleri yok, ne yazık ki. Çünkü Kürtleri katledenler bu devletlerin güçleri…

Bu yüz yılda en az 500 bin Kürt öldürülmüştür. On binlerce Kürt yerleşim yeri boşaltılmış, yakılmış, viran edilmiştir. Milyonlarca Kürt aç-susuz bir halde amansız bir göçe maruz kalmıştır. Kürtler yüz yıldır Anadillerini rahat konuşamıyorlar. Eğitim, kültür ve yaşam dili olarak kullanamıyorlar. Kürtler, kendi milleti için başı dik, meşru bir siyaset yapamıyor ve hizmet üretemiyorlar. Halkın oyları ile Vekil veya Belediye başkanı seçilirler ama hemen ya tutuklanırlar ya da yerlerine kayyum atanırlar. Kürt bölgelerindeki bütün zenginlik kaynakları hunharca kullanılır ama oluşturduğu zenginlik, asla adil bir bölüşümle Kürt milletine dönemez. Bu tespitler, bütün Kürt bölgeleri için hemen hemen aynıdır…

Kendini Vicdan, Ahlak ve Hukuktan soyutlamış, ama en çok da din kardeşliği edebiyatı yapan bu siyaset ve diğer bütün türevleri, tam iki yüz yıldır bu soruna kalıcı, insani bir çözüm üretemiyor.

Bundan daha kötüsü de Kürtler adına kurgulanan Kürt siyasetleri de bu soruna ve Kürtlerin diğer sorunlarına insani bir çözüm üretemiyorlar. Zira günümüz örgütlü siyasetlerin tümü yukarıda andığımız aynı hastalıkla yaşıyorlar… Ve bu siyasetler sadece kendi varlığını garantiye almak; Halkın tabiri ile tacını, tahtını korumak ve pekiştirmek için vardırlar…

Bu hastalıklı siyaset altmış yıldır, bir İsrail- Filistin sorununu da çözemiyor. Araplar arasındaki kabile savaşlarını da çözemiyor. Afrika kıtasındaki çok zengin onca yer altı kaynaklarına rağmen oradaki açlık, yoksulluk, sefalet ve hijyen sorununu da çözemiyor. Çünkü çoğu yerde hala içmek ve temizlik için su yok. Elektrik ve yol yok. Gençler arasında berbat bir uyuşturucu madde kullanımı var.

 Günümüzde patlak veren Suriye iç savaşını da çözemiyor. Bu savaş, dünya savaş kayıtlarına giren pek çok savaş suçu ve hak ihlali üretiyor. Masum, silahsız, Yaşlı, Kadın, Çocuk Kürtler ve Arapların İŞİD ve benzeri gaspçı, talancı terör çeteleri tarafından öldürülmesinin yanı sıra, insanlık ilk defa Efrindeki Zeytin ağaçlarının kesilmesi, sökülerek tırlar ile çalınması gibi utanç tablolarına şahit oldu… On milyonları aşan devasa bir göçmen krizi var. Her güç ve devlet tam bir ahlaksızlık ile bu savaşın bir tarafını kendi özel çıkarları için kullanıyorlar…

Oysa bütün bu olup bitenlere rağmen bu coğrafya, sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını Vicdan, Ahlak ve Hukuk eksenli bir bölüşüme tabi tutabilirse, üzerinde barındırdığı 1,5 milyarlık nüfusa çok daha kaliteli bir yaşam imkânı sunabilir. Çünkü bu topraklarda bu nüfusa fazlası ile yetecek miktarda farklı kaynaklar var. Petrol, Doğalgaz, Demir, Fosfat, Altın, Bakır, Su, tarım, hayvancılığın bütün türevleri… Ama ne yazık ki bu kaynakların çoğu, buradaki nüfus için işletilmiyor. Batılı Sömürgeci Güçler, küçük-büyük adı İslam devleti olan her devlete ya kendilerinden ya da oradaki yerel güçlerden birer kayyım atamış durumda.

Bu kayyımların en önemli görevi buradaki zenginlik kaynaklarını en uygun şekilde batıya transfer etmek. Bu kayyımlar efendileri için son derece titiz ve tam profesyonel bir titizlikle çalışıyorlar.

Hal böyle olunca, buradaki yerel halkın ana çoğunluğu, buradan üretilen hiçbir zenginlik kaynağından hakları olan payı asla alamıyorlar.

Bugün en çok açlık, sefalet, yoksulluk ve kalitesi düşük yaşamlar.

Sağlık, Alt yapı hizmetleri yetersizliği. Sanayi, kalkınma, doğru bir makinalaşma ve teknoloji transferi yetersizliği. İnsan, Kadın, Çocuk, İşçi hakları ihlali.

Çocuk işçiler, askerler ve Çocuk yaştaki evlilikler türü arızalar hep burada. Kültürel ve Demokratik hakların kullanımı önündeki baskılar hep buralarda.

Gelir adaletsizliği, Ücretler arası dengesizlik,

Irkçılık, Mafyatik Çeteleşmeler, Uyuşturucu madde, beyaz kadın ticareti ve adı bile doğru bir şekilde konulmamış örtük fuhuş…

Ve daha pek çok toplumsal arıza halen orta yerde duruyor.

Bu vahim durum, buralarda çözülmesi gerçekten de zor, çok ciddi ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal krizlere yol açıyor.

Bu da bugün artık bu coğrafyadaki bütün ülkelerden haddi hesabı zor bir beyin göçü, Bütün genç, dinamik ve nitelikli nüfusun bir şekilde batıya, batılı ülkelere transferini doğurdu. Onlara hizmet etmeye sürükledi.

Ama bütün bu olup bitenlere rağmen bu coğrafyanın bütün Siyaset ve Siyasetçileri (Siyasi parti, örgüt, cemaat, tarikat liderleri, Başkan, Serok, Şeyx, Mella) günün 24 saati, bütün kutsalları, marazi vatan aşkları ile harmanlayıp toplumlarına boca eder dururlar. Fakat ne yazık ki, bu siyasetlerde temiz bir vicdan, insaf, güzel bir Ahlak ve adil bir hukukun izi bile görülemez…

Çünkü bu ülkelerin yönetici ve siyasetçilerinin, bu göçün durması için, bu can yakıcı göçüşlere yol açan sorunlara ve adaletsizliklere aklı başında, makul tek bir çözümleri yok… Varsa yoksa hamaset ve kutsalların sömürüsü…

Bu vahim tablo bu topraklarda normal bir hayatın artık iflas ettiğinin en somut bir ifadesidir. Bu acı gerçek bu topraklarda yaşayan Arap, Türk, Kürt, Acem… Bütün Millet, Din, Mezhep ve Meşrepler için geçerli olan bir gerçektir ne yazık ki…

Bu durumdan kurtulmak için ne yapmak gerekir?

Her şeyden önce bu şekilde kurgulanmış bir dini ve siyasi söylemin örgütlenme ve pratiğinden esastan kurtulabilmek için herkesin, bütün toplumun onlarla her türlü organik bağlarını meşru bir çaba ile koparmaları gerekir…

Ardından Akılla, Vicdanla, Ahlakla ve Elleri temiz, herkesin hukukuna saygılı sorumluluk sahibi bireyler, bu zülüm ve kandırmacaların artık sona ermesi için yeni bir dini ve siyasi bir algı ve pratiğini ortaya koyabilmeyi başarmak zorundalar.

Bu modelin esasını temiz ve herkesin hukukunun net olarak korunabildiği adil bir toplum olduğunu. Hiyerarşilerin en az olduğu, belki de hiç olmadığı, her şeyin, bütün kazanımların en adil ve en şeffaf bir şekilde hak ve emek sahipleri ile paylaşıldığı. Topluma her an hesap veren bir anlayış oluşturması gerekir…

Bunu da uzun soluklu bir çalışma ile peygamberi metotlar, erdemli insanların pratikleri dikkate alınarak, üstten gelen bir dayatma ile değil, alttan gelen bir şekillenme ile bütün toplumla istişare edilerek yapılmalı. Bu nasıl bir çalışma yöntemi ve tarzı ile başarabilir? Doğrusu bu konuda elimde sihirli bir değnek yok falan yok. Ancak bir şeylerin yanlış gittiğini, saygı duyulur bir çözüm üretemediğini âcizane farkındayız…

Son sözler niyetine, içinde bulunduğumuz mevcut halin hiçbir derde derman olmadığını, olamadığını. Gerek Kürt toplumu gerekse İslam âlemi olarak eğer bu halden kurtulmak için, onurlu bir gelecek için bir umut ve hayalimiz var ise, o zaman meşru bir tarz ile bu durumdan kurtulmanın yol ve yordamını aramak boyun borcumuzdur, diye düşünüyorum…

Peyva Dawîn:

 Xwedê, bi hêza xweyî xûrt, pir zu me û millete me, civaka îslamê û temamê mirovatîyê gişî ji vê rewşa perişan û belengaz  xellas bikê… Me gişa bike xwedîyê jiyanik bi rumet…

Müslüman Coğrafyanın Krizleri ve Sefaletlerinin Sebep ve Sonuçları
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

H24 Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin