Eski Milletvekili, Avukat Ahmet Faruk Ünsal Suriye’yi yazdı
Yazıyı okuyanlar haklı olarak, Suriye ile Arnavutluk’un nasıl bir ilişkisinin olduğunu merak edeceklerdir. Yazıya bu başlığın konmasının sebebi, iktidarın sürreal fetih vb. motivasyonlarla etkilemeye çalıştığı toplumsal kesimlere hakikatin boyutunu mukayeseli anlatma ihtiyacı duyulmasındandır. Genellikle bölücülük deyince neredeyse refleksif olarak akla gelen Kürtlüğün, imparatorluğun diğer Müslüman halklarıyla kıyaslandığında beraberliğe olan inat düzeyindeki inancının defalarca nasıl kendi aleyhine kullanılmış olduğunu, buna karşılık taleplerini olabilecek en minimal düzeyde tutmasına rağmen nasıl baskılandığını ve bu durumun bugün artık nasıl sürdürülemez noktaya geldiğini göstermek.
Suriye’de rejimin düşmesini müteakip değiştirilen yeni Suriye bayrağını SDG bölgesindeki merkezi devlet kurumlarına asan birliktelik arzusunun, fütuhatçı sarhoşluk etkisindeki Türkiye eliyle değersizleştirilmesinin ve 40 yıllık çatışmanın intikamının Suriye sahasında alınmak istenmesinin maliyetlerine dikkat çekmek gerekiyor.
Osmanlı’dan ayrılarak kendi milli devletini kuran ilk Müslüman halk, çoğumuza ihanetle eşdeğer olarak belletilen Araplar değil Arnavutlardır. Yani moda deyişle, Arnavutlar, ilk bölücüler(!)imizdir.
Yunanlılar, Karadağlılar, Sırplar, Rumenler ve Bulgarlar kendi milli devletlerini kurarken, Berlin Konferansı ve Balkan Savaşlarıyla büyük devletlerin ve vekil devletlerinin müdahalesine açık hale gelen, ekonomisini sanayileştirememiş, Tanzimat’la başlayan süreçte idari yapısını merkezileştirerek farklılıkları baskılamaya çalışan, meşrutiyet deneyimini çok kısa sürede ortadan kaldıran ve İttihad Terakki kadrolarıyla hızla Türkçüleşen bir imparatorluğun, Avrupa’da yaşayan halklarını ayrılıkçı etkilerden koruyabilmesi imkansızdı. Makedonya ve Arnavutluk o dönemde imparatorluktan ayrılarak bağımsızlaştılar.
Hristiyan halkların imparatorluktan ayrılmaları belki bir nebze anlaşılabilirdi de, nüfusunun önemli kısmı Müslüman olan Arnavutlar’a ne oluyordu peki? Mahkemelerde ve eğitimde anadilin kullanılması, Arnavutça’nın Latin alfabesiyle kullanımının serbestleştirilmesi ve resmi dil olması, memurların, yöneticilerin ve valinin Arnavut olması, askerlik görevini yapan gençlerin Arnavut bölgelerinde askerlik yapmaları, seçimlere giren mebus listelerinin İttihad Terakki zoruyla değiştirilmemesi gibi istekler birçok kanlı isyan, baskın, gerilla savaşı ve Batılı devletlerin müdahalesiyle 1912-13’te Arnavutluk’un bağımsızlığıyla sonuçlandı. Elbette bu taleplerin önemli kısmı sorunsuz karşılanabilir, bir kısmı da idari reformlarla iki tarafın kabul edebileceği ortak bir noktaya getirilebilirdi.
Bu talepler, bugün Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin, anadilde eğitim, anadilin yerel yönetimlerde kullanılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması, kayyım uygulamasının sonlandırılması, Kürt kültürünün korunması, demokratik standartların yükseltilmesi gibi talepleriyle kıyaslandığında son derece minimal taleplerdir. Buna rağmen bugünün Cumhuriyet hükümetlerinin Kürt siyasi hareketi mensuplarına tepkileri ile o gün Arnavutların muhatap oldukları muamele kıyaslandığında, aradaki farkı ve sonuçlarını okurun vicdanına bırakıyorum.
Demokratik kanalları açamayan ve parçalanma fobisiyle özgüvenini ve ferasetini yitiren çok etnikli Osmanlı’nın Türkçü kadroları, esasen siyasi olan taleplere siyasi çözüm bulmak yerine talep sahiplerini asayiş tedbirleriyle bastırmaya kalkınca daha sonra Arap ve Kürt coğrafyalarında domino etkisi yaratacak olan benzer taleplere ve sonuçlarına katlanmak zorunda kaldılar.
Suriye’de rejim değişikliğinden kısa bir süre sonra MİT başkanı ile Şam’a, AKP açısından özel sembolik değeri olan Emevi Camii’ne, HTŞ liderinin kullandığı araç ile giren Hakan Fidan, iki gün önce NTV’de bir saatlik söyleşi yaptı. O programda, tam anlamıyla zafer sarhoşluğu içindeki bir yetkilinin konuşmalarını dinledik. BM terör örgütleri listesinde olan, Türkiye’nin de öyle kabul ettiği bu örgüt ve ABD’nin başına 10 milyon $ ödül koyduğu Golanlı şefi el-Colani, yıllarca Türkiye’nin himayesinde İdlib’i yönetirken buradan ciddi destek almış, anlaşıldığı kadarıyla.
Fidan’ın söylediklerinde anlaşıldığına göre, Rusya’nın ve İran’ın artık rejimin yürüyemeyeceğine ikna olmasıyla/edilmesiyle Esad’tan desteğini çekmesi, el-Colani’nin 12 günlük yürüyüşle önüne çıkan şehirleri kolayca teslim alarak Şam’a girmesiyle sonuçlandı. Rejimin düşmesini müteakip İsrail, hem Golan’ın 1973’ten bu yana işgal etmediği kısımlarını işgal etti, hem de Suriye’nin tüm deniz, hava, kara askeri kapasitesini imha etti. İran ve Hizbullah tehlikesine odaklandığını söyleyen El-Colani, İsrail’le ilgili kayda değer bir tepki vermediği gibi daha çok iç kamuoyuna dönük, makul, intikamcı olmayan, çeşitliliği gözeten lider imajıyla uluslararası camia tarafından üzerine atılı terörist damgasını temizlemeye odaklanmış görünüyor. Bu yaklaşımı, kendisini Suriye’nin geleceğinde kalıcı bir aktör olarak görmek isteyen Türkiye’nin tutumuyla da örtüşüyor.
Savaşçılarının bir kısmı Uygur, Çeçen, Tacik, Özbek, Endonezyalı, Avrupalı ve diğer Arap ülkelerinden olan, Türkiye’nin de terör örgütü kabul ettiği HTŞ’ye ve el-Colani’ye hiçbir şey söylemeyip, hatta onun kullandığı araçla Emevi Camii’ne giden Fidan, o söyleşide YPG için şunları söylüyordu:
“Birinci aşamada bir an önce YPG/PKK’nın içerisinde bulunan Suriye’deki Suriyeli olmayan uluslararası terörist savaşçı statüsünde olan unsurların ülkeyi terk etmesi. Türkiye’den, İran’dan, Irak’tan ve Avrupa’dan gelen PKK kadrolarının ülkeyi terk etmeleri gerekiyor. İkinci aşamada YPG’nin bütün komuta kademesinin, Suriyeli olanların da ülkeyi terk etmesi gerekiyor. Daha sonra PKK’lı olmayan kadroların yeni yönetimle bir anlayış birliği içerisinde silahlarını bırakarak, normal hayatlarına dönerek artık milli, eşitlikçi Suriye içerisinde hayatlarına devam etmeleri gerekiyor.”
Fütuhatçı, yeni Osmanlıcı zafer sarhoşluğuyla söylenen bu sözler, Türkiye içinde 40 yıldır çatışmalarla sonuca bağlanamamış Kürt sorununa Suriye zemininde intikamcı bir çözüm arayışı olarak değerlendirilebilir. Söylenenler, Fidan’ın HTŞ’ye dönük tutumuyla kıyaslandığında gerçekçi, tutarlı ve uygulanabilir olmadığı gibi sorunu hem Türkiye hem de Suriye açısından iyice içinden çıkılmaz hale dönüştürme potansiyeline sahiptir. Bu yaklaşım, Öcalan’ın devreye sokularak yeniden başlatılacağını umduğumuz çözüm sürecinin de şimdiden ölü doğmasına sebep olacaktır. Uygulanabilir olan ve Kürtlerin de beklentilerini karşılayacak olan minimal çözüm, Kürtlerin Suriye bütünlüğü içinde anayasal statüye kavuşturulması iken, onlardan Türkiye modeline razı olmalarını istemek, olmayacak duaya amin istemek olur. Ayrıca bu, bölgedeki ve Türkiye’deki statükonun devamını başka kelimelerle istemekten başka bir şey değildir. “Yurtta Kürtler hak sahibi olmasın, cihanda Kürtler hak sahibi olmasın” prensibinin rüzgar tersine dönünce öngörülemeyecek faturasını hesaba almadan atılan adımların tarihi sorumluluğu çok büyük olur.
İktidara 1. “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” gibi gelip merkeze iyice yerleşen, merkeze yerleştikçe iktidarı ve imtiyazlarını seven, konumunu korumak için de “İttihad ve Terakki”leşerek farklılıkları zenginlik olarak değil yönetmeyi zorlaştıran pürüzler olarak görmeye başlayan AKP, bir de fütuhatçı fantaziler etkisiyle bölgeye bedel ödetmeye azmetmiş gibi görünüyor.
Arnavut Mehmet Akif’in sözleriyle söyleyecek olursak:
“tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi”