Av. Ahmet Faruk Ünsal yazdı
Her ikisi de güç kullanan, devlet ile mafya arasındaki en temel fark, birinin güç kullanırken hukukla iş görmesi, öbürünün ise keyfilikle, yani çıkarı neyi gerektiriyor ise, kimden fazla ödeme aldıysa gücünü ona göre kullanmasıdır. O yüzden devlet güç kullandığında haksızlık yaparsa tazmin eder ama mafya olayın üstünü örter.
Madem iki güç kullanıcısı arasındaki en temel fark gücü hukukla kullanıp kullanması ise, o halde hukuk ne işe yarar?
Hukuk, öngörülebilir yaşam sunar. Devlet hukukla, zayıfın hakkını, mafyada olduğundan farklı olarak, özel bir ödeme almaksızın, savunur. Hukuk sadece kişiler arası ihtilafı değil kamu gücünün haksız kullanımı halinde vatandaşı da savunur ve kamuyu yargılar.
Bu durumda şunu söyleyebiliriz; öngörülebilir yaşamın en önemli özelliklerinden biri, “kanunsuz suç olmaz” ilkesidir.
Hukukun en temel özelliği olan öngörülebilirlik, “kim”in neyi yaparsa neyle karşılaşacağını önceden bilmesi ve ona göre davranması anlamına gelir. Burada sözü edilen “kim”in, sınıftan, statüden, aile bağlarından, inanç ve diğer aidiyetlerden bağımsız olarak herkesi kapsadığı izahtan varestedir.
Öngörülebilir yaşamın bir başka özelliği de “herkesin kanun önünde eşit” olmasıdır.
Çağdaş demokrasinin vazgeçilmezi olan hukuk devletinin bir çok farklı özelliklerinin yanı sıra bu iki özelliği, yani “kanunsuz suç olmaz” ve “kanun önünde eşitlik” ilkesi açısından bakıldığında, bir de, “egemen olan istisnayı belirler” ilkesine dayalı Carl Schmitt’in hukuk doktrini var.
Yani şu ve şu işleri yapmak suçtur ama falanca kişiler bunun istisnasıdır anlayışı. Burada, kimin hangi kanun karşısında istisnadan yararlanacağına, kimin kanun önünde eşitlik ilkesinden bağışık olacağına, bir kanunun kime işleyip kime işlemeyeceğine karar verme yetkisini “mutlak egemen”e tanıyan hukuk(!) görüşü. Yani “öngörülebilir yaşam”ın kanunlara uymaya değil ancak “mutlak egemen”le iyi ilişkiler kırmaya bağlı olduğu devlet anlayışı. Bu da, takdir edileceği gibi, bir hukuk öznesi olan “vatandaş”ı, mutlak itaat öznesine indiren “kullaştırma” prosesidir. Böylece, herkesi mutlak itaate yönlendirip kullaştıran, kişileri itirazlardan arındırıp aynılaştıran ve kollektif kimlik içinde görünmez kılan totalitarizm inşa edilmiş olur. Günün sonunda totalitarizm insanlığa, failin özne olmaktan çıktığı için kötülüğü sıradanlaştırdığı, normalleştirdiği bir suç rejimini inşa etmekten başka bir sonuç getirmemiştir; ki acı örneğini 2. Dünya savaşı süresince yaşadık.
Bu genel girişten sonra, Türkiye örnekliğinde ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım.
2024 Ekim itibarıyla hükumet, ülkenin son 41 yılına şiddetle, çatışmayla, ölümlerle, sürgünlerle, cezaevleriyle, olağanüstü hal ve sıkıyönetimle, ağır demokratik, hukuki, beşeri ve ekonomik maliyetlerle oturan Kürt sorununu çözmeye dönük inisiyatif geliştirdi. 2013-15 çözüm sürecinden dersler çıkarılarak bu sürecin başlatıldığını varsayabiliriz, zira Kürt sorununun çözümü açısısından cumhuriyet tarihinin en cesur girişimi olan o süreç boyunca yapılanlar ve yapılmayanlara bakıldığında her iki taraf için de yeterince ders ve deneyim biriktirecek işler oldu.
Ortadoğu’da dengelerin radikal bir biçimde değiştiği bu günlerde, Kürt sorununun çözümüne dair başlatılan Ekim Süreci’nin, sorunun çözülmemesi halinde hem ulusal hem uluslararası ölçekte muhtemel sonuçlarının ve etkilerinin farkında olarak başlatıldığı anlaşılıyor. Öyleyse, bu kadar ciddi ve uzun süreli çözülmemiş olan bu sorunun çözümünü konunun gerektirdiği devlet ciddiyeti içinde ele almak gerekir.
Yazının başında ifade etmiştik, devlet hukukla konuşan, hukukla işleyen kurumun adıdır diye. Hukuka bağlanmamış hiç bir ilişkinin sonucu ve bağlayıcılığı garanti edilmiş sayılmaz. Süreçleri “mutlak egemen”in keyfiliğinden korumanın yolu sadece bu işlerin değil aynı zamanda tüm işlerin hukuki öngörülebilirlik içinde yapılmasını sağlamaktan geçer. Böylece işlerin istediği gibi gitmediğini iddia ederek, egemen’e istisnayı belirleme ve süreci istediği zaman bozma keyfiliği verilmemiş olur.
Bu açıdan bakıldığında, öncelikle, Ekim Süreci’nin en önemli Kürt aktörü olarak devletin de kabul ettiği Öcalan’ın tecridinin sonlandırılması gerekmektedir. Sürecin toplumsallaşabilmesi için TBMM’de olabildiğince geniş katılımlı bir ortak komisyon kurulmalıdır. 2013-15 döneminde derlenen Akil İnsanlar raporlarında tespit edilen anayasal, yasal ve idari önlemler uygulamaya alınmalıdır. Sürecin selameti açısından mutlaka bağımsız bir Gözlem Heyeti oluşturulmalı ve hem atılacak yasal ve idari adımları hem çekilme ve silahsızlanma adımlarını denetlemelidir. Sürecin uluslararası boyutu mutlaka dikkate alınmalıdır. İmralı heyetinin 2. ada ziyareti sonrası kamuoyu ile paylaşılan bilgilere göre Öcalan’ın meseleyi Suriye, İran, Irak ve Türkiye açısından ele aldığı ifade edilmektedir. Kamuoyu bu çözüm önerileri hakkında bilgilendirilmelidir. Tüm bu işlerin sağlıklı ve kalıcı yürütülebilmesi için de mutlaka bir hukuki çerçeve oluşturulmalıdır.
Tarihin bölgemiz açısından köklü değişimleri getirdiği bu sürecin çözümünü hukuka bağlayamazsak, yarın öbür gün, işlerin çözümünde istediği sonucu alamayan egemenlerin, istisnayı belirlemeyi kurala çevirdikleri rejimi tahkim etmiş oluruz ancak.
Yani ya çözüm, ya çok daha belirginleşen totalitarizm.