09.01.2024
Aldatılmaya Yatkınlık
Düşüncelerin yanı sıra, siyasi ve sosyo-kültürel koşullar ve bağlamlar uluslara bazı olgu ve olayları nasıl karşılayacaklarına ilişkin önemli ipuçları sunar. Bütün toplumların olay ve olgulara tepkileri aynı düzeyde olmaz. Örneğin bazı ulusların başkaları tarafından sömürgeleştirilmeye uygun oldukları söylenebilir. Yani bazı uluslar köleleşmeye ve istibdata daha çabuk uyum sağlamakta zorlanmazlar denilebilir. İçinde bulunduğu koşulları göz ardı ederek ya da konuya ilişkin gerçekliği incelemeden aldatılmayı ve yönlendirilmeyi bir çırpıda kabul etmeye yönelik bir karakter taşıyan bu uluslar fikri, psikolojik ve sosyal altyapı sonucu aldatılmaya yatkın hale gelirler. Sahih akıl, bilgi ve analitik düşünemeyen bu uluslar, aldatılmaya ve yanıltılmaya karşı savunmasız hale gelirler. Bu halin benzeri birçok durum Kürtlerde yaşandı/yaşanıyor.
Bir yeti olarak aldatılmaya yatkınlık, bir toplumu tartışmaya açık olmayan alternatif gerçeklere başvurmaya, duygusal olana yönelterek gerçekleri terk etmeye ya da ideolojik yanılsamalara kapılmaya yönlendirir. Siyasi analizlerin ve stratejik gelişmelerin boyutlarını gayet iyi bildiklerine rağmen Kürtler, keskin bir öngörüye ve dakikliğe sahip olduklarını iddia ederken nasıl olur da bu aldatılma politikaların kurbanı oldular? Başlangıç olarak aldatılmanın rasyonel bir tepki olarak kendisini daha önce de birçok kez ifşa ettiğini söyleyebiliriz. Ancak yüz yılın başlangıcında açık seçik olan bu etkinin görünmesi için birkaç yıl beklemek gerekiyordu. Ana hatlarıyla bakıldığında kimi uluslar aldatılmaya yatkınlıklarına gerekçe bulmaya çalışarak kendine göre bahane uydurmakla kalmaz, sayfayı çevirip bir sonrakine başlamakla yetinecekler. Son olarak, aldatılmaya yatkınlık tarihe, siyasal ve ekonomik koşullara ve verilere bağlı olduğu gibi bir tercihe de bağlı olabilir.
Kürtler ve Cumhuriyet
29 Ekimle birlikte Türkiye Cumhuriyeti 100 yaşına bastı. Peki, cumhuriyetin Kürtlerle ilişkisi ne durumda? Başlangıç noktamız cumhuriyet ve Kürtler üzerine olsun: Bilmek zorundayız ki geçen bir asra rağmen Osmanlı sonrası cumhuriyetin Kürtlerle gerek politik gerekse de etnik ilişkisi Mahmut Esat Bozkurt’un ifadesiyle, “Benim fikrim, kanaatim şudur ki; dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahmut_Esat_Bozkurt).
Kuşkusuz bu ilişki biçimi ya da düşünce, cumhuriyetin öncü imajlarından olan ve kurucu kadrosunda yer alan politikacılar, devlet kurumları, aydınlar ve sermaye sahibi burjuvazinin de dile getirdiği bir düşünceydi. Ancak cumhuriyete giderken sonuçlarını bugün de gördüğümüz pek çok sorunun nasıl bir tarihsel gelişim neticesinde oluştuğu önemli bir araştırma konusu. Buradan da anlaşılacağı üzere yeni Türkiye’de cumhuriyet, kabaca halkın (demos, topluluk) kendi kendini yönetmesi, eşitliğin sağlanması, kurucu çoğunluk ve zımnen kurucu ulusların kollektif yönetimi düsturuyla öne çıksa da aslında Türklüğün kurucu liderliğinde bir ulus-devlet olarak şekillenmekteydi. Cumhuriyette yönetimin kaynağı ulustu ve bu ulus Türklükten başkası değildi. Çünkü söz konusu olan ulusların cumhuriyeti değil, tek ırka dayalı bir ulus-devlet modelini merkeze alıyordu. Haliyle ulus-devletlerde uluslar değil, tek bir ulusa dayalı egemenlik tanımı vardır. Bu tür devletlerde çoklu demokrasi ve halkların yönetimi yerine, tek bir ulusun kimliği resmi otoriteyi temsil eder. Cumhuriyetin başından beri gerçekleştirmeyi istediği şey de tam da buydu denilebilir. Cumhuriyetin yüz yıl sonra bile Kürtler tarafından neden sindirilemediği ve niçin hâlâ eziliyor olmalarının sorusunun yanıtını da burada bulabiliriz.
Cumhuriyetçiler gerçekten ne istiyordu ve cumhuriyetin soykütüğü neydi?
Söylediklerimizin her birinin kendine göre siyasi gerekçeleri olsa da Kürtlerin yaşadıkları hiçbir tarihi ve siyasi gerekçeyle bağdaşmaz. Kürtlerin cumhuriyet ile ilişkilenme sürecinde ortaya çıkan, can alıcı sorunlar hakkında söyleyeceklerimiz bizi daha geniş kapsamlı bir soruşturmaya hazırlamış oldu. Buradaki incelemede konumuzu artık yalnızca dar anlamda cumhuriyet ile sınırlandırmayacak, bütün olarak kapsamlı bir soruşturma yürüteceğiz. Bu şekilde, siyasal, kültürel ve yönetim alanının dışındaki diğer alanlarda aynı bağlam üzerinden sosyolojik çözümlemeler yapmak mümkün. Burada bir soruyu yanıtlamakta fayda var; cumhuriyetin Kürtlere ilişkin fikrinde eşitlikçi bir eğilimden söz etmek doğru mudur?
Cumhuriyet örneğinde olduğu gibi, özünde eşitlikçi olmayan ulusalcı, üniter bir paradigmaya sahip toplumda bu soru daha da ağırlık kazanır. Siyasal ve anayasal kimliğini Türk etnik kimliği üzerine kuran cumhuriyet, diğer etnik kimlikleri Türkleştirmeyi temel amaç edinen; Kürt kimliğini tehdit olarak benimsemeyi devletin en temel politikası saymıştır.
Cumhuriyetin romantik müritleri, Türklüğün hiçbir şeyi eşitlemeyeceği fikrine sadık kalarak, ulusun egemenliğine teolojik bir anlam biçmenin önemine atfen inandıkları yapısal farklılıkları sonuna kadar ileri taşıdılar. Cumhuriyet ile başlamak gerekirse; bunun temel, kurucu ilkesi besbelli ki Türklükten yayılan bir iktidar gücüdür. Türklükle sınırlı kalmayan bu inanç, yani tüm insanların temelde eşit olduğunun aksine Türklüğü merkeze alan siyasi ve kültürel tazahürlere genişleyen bir tutumu da ima eder. Demokrasinin ilk temel ilkesi olan “tüm insanlar eşittir” ifadesi “üstün ırk” olarak farklı bir şekil almaktadır. Türkiye’de bu ilke (üstün ırk) ideolojik, kültürel ve sosyolojik olarak birkaç kaynağa dayandırılır. İdeolojik açıdan bu inanç, öncelikle kurucu irade ideasına dayandırılır. Böyle bir kavrayış ya da bu türden bir öğreti, demokrasinin en temel ilkesi olan “tüm insanlar eşittir” ifadesine aykırı bir hâl almış olur. Toplumların veya ulusların cumhuriyeti olarak değil, Türklük ile özdeş bir cumhuriyet kimliğinin öne çıkarılması bunu kanıtlamaktadır.
Cumhuriyetin ulus-devlet kurma ve ulus inşa faaliyetinin Türkiye’de resmi ideolojiden kimliğe, ulus tanımından ulus kültü yaratılmasına kadar süreç birçok alanda etkisini icra etmiştir. Öte yandan bu durum yani otoriter devlet anlayışı için antropoloji temelli öncü ırk/ulus inşa girişimi, cumhuriyetin siyaset, kültür, kentleşme ve daha birçok alanda uygulamaları üzerinde etkili olmasını kolaylaştırmıştır. Örneğin Türkiye’de cumhuriyet, siyasal bir yönetim modeli ya da idare şekli olmanın çok daha ötesinde katı/otoriter ve ideolojik bir ulusçuluğu yansıtmaktadır. Bunun neticesinde cumhuriyet bir yönetim modeli yerine Türk ulusçuluğunun ideolojik bir kurumu haline gelmiştir. Bugün gelinen noktada, İslamcılığın da bazı toplumlarda ideolojik bir kurum haline geldiği söylenebilir. Ulus ile özdeşleşen İslam’ın bir din olmanın ötesinde ulusu öne çıkaran bir ideolojik kurum olduğu görülür. Bir başka deyişle gerek Türkiye’de gerek İran’da benzeri bu durum toplumun egemen ideolojisi ve kimliği haline gelmiştir. İçi böylesi bir söylem/inanç ile doldurulmaya çalışılan veya inşa edilen cumhuriyet ve İslam’ın günümüzde oluşan değil, oluşturulan bir ideolojiye dönüşümü ya da çoğulcu olmayan bir ideolojiye evrilmesi şaşırtıcı değildir.
Bu şüphesiz Türkiye’de cumhuriyetçi ulusçuluğun, İran’da İslamcı ulusçuluğun günümüzde neden demokrasi karşıtlığına dönüştüğünü izah etmektedir. Öte yandan Türkiye’de cumhuriyetçiliğin konuşulduğu bu günlerde onun neden bir ideolojiye evrildiğinden ve hatta demokrasi ile bir arada kullanılmaktan imtina edildiğinden bahsedilmemektedir. Bir başka deyişle cumhuriyetin, Türklüğün ideal anlayışına uyumlu hale getirilmesi için törpülenmesi ve rehabilite edilmesi gerekiyordu. Cumhuriyetçiler ile İslamcılar bu konuda birbirine çok yakın bir düşüncede olmalarına rağmen ideolojik değer ve olgularda birbirinden tamamen farklılar. İslamcılığın cumhuriyet içinde dönüşümü onun ulusçuluk fikrine yakın olduğunu göstermekle kalmaz, demokrasiyle uyumlu değerleri ön plana çıkarmaya engel oluşturur.
Özgürlük, eşitlik, adalet söylemiyle ve çok uluslu toplum anlayışıyla politikaya soyunan İslamcıların, cumhuriyeti demokratikleştirmek yerine eklektik bir yapı olarak muhafazakârlaştırmak istemeleri bunu göstermektedir. Türkiye’de cumhuriyet, İslamcılığın tam tersi kuruluşundan itibaren tek ulusçuluğa dayanan monolitik bir toplum ve yönetim esaslı bir siyasal sistemi savunduğunu gizlemez. Bir başka ifadeyle ne İslamcılığın din ve ulusa dayalı muhafazakâr kimliği ne de cumhuriyetin katı salt ulusçuluğu özünde çoklu ulus/toplum projesini savunmaz. Vurgulanabilecek bir diğer husus, cumhuriyetin muhafazakârlaşması yeni bir demokrasi arayışını değil, totaliterleşmenin bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Yani bu kavram yeni bir demokratik ya da demokrasi nitelemesi yerine, tek ulusa dayalı cumhuriyetin katı ideolojik geleneğini sürdürme amacı taşımaktadır. Kemalizm her ne kadar cumhuriyetin kurucu iradesini temsil ediyor olsa bile kendini muhafazakâr demokrat şeklinde tanımlayan İslamcılık gibi cumhuriyetin ideolojik kimliğini oluşturmaktadır. İki ideolojik düşünce arasındaki bu gerilim veya tartışma kısa ve öz olarak cumhuriyetin ulusal kimliği çerçevesinde değil onun ideolojik kimliğine yöneliktir. Haliyle nitelik ve durumları itibarıyla birbirine aykırı bu ideolojilerin siyasal parametreleri arasında uygunluk noktaları da vardır.
Muhafazakârlık ile Kemalizm arasındaki ilişki birçok açıdan değerlendirilebilir. Muhafazakârlığın cumhuriyet ile uyumluluğu konusu bu tartışmaların merkezini oluşturur. Zira Kemalist cumhuriyetçilerin kanısı değişim, dönüşüm ve farklılık olsa bile muhafazakârlığın mevcut cumhuriyet paradigmasıyla uyuşmadığı yönündedir.
Konumuza dönersek; belirli şablonlar üzerinde inşa edilen cumhuriyet, Kürtlere yönelik “güvensizlik” politikasına tam tamına bağlıdır. İdeolojik ve kısmen ütopik tasavvurların baskıcı yöntemlerle Kürtlere dayatılması cumhuriyetin nasıl bir arka-plan gerçeğine sahip olduğunu gösterir. Şüphesiz cumhuriyet, demokrasiye alternatif veya demokrasi karşıtı olarak kendini yeniden yapılandırırken bunu normatiflik üzerinden değil Türk ulusal kimliğini merkeze alarak gerçekleştirmektedir. Bu anlam ile cumhuriyet tüm siyasal, sosyal ve kültürel kurumlarını bu kimlik üzerine inşa ederek farklılıkları asimile eden ve Kürtler gibi öteki ulusları yok sayan bir cumhuriyetçilik momenti inşa eder. Bir başka deyişle cumhuriyet, Türkten başka bir millet tanımadığına ilişkin bir politika izlemekle kalmaz, aynı zamanda söz konusu bu tanınmamayı anayasal bir çerçevede yapılandırır.
Cumhuriyetin Kürtlerle mesaisini daha doğrusu asimilasyon politikalarını besleyen vasıtaların başında Umumi Müfettişlikçe kaleme alınan raporlarda açıkça belirtilmiştir. Bu raporlar bile cumhuriyetin Kürtlerle nasıl ilişkilendiklerini gösterir. Bunun neticesinde Türkiye’de cumhuriyet geçmişini oluşturacak bir tarih inşa edebilmiş ve yaratılan siyasi-sosyal ve kültürel uygulamalar bu tarihe uygun hale getirilmiştir. Örneğin Cumhuriyet laiklik, sekülerlik, sağcılık ve solculuk gibi durumları Kürt karşıtı üzerinden ele alarak ulusalcı bir gelecek tasavvuru yapar. Cumhuriyetin kültleştirilerek kutsandığı Türkiye’de bir ideoloji olarak kurulması onu toplumun egemen ideolojisi ve kimliği haline getirmiştir. Böylesi bir söylem üzerine kurulu cumhuriyetçilik günümüz Türkiye’sinde hâlâ önemli bir ideoloji olarak kabul edilmektedir.
Sonuç olarak; Türk milliyetçiliğinin cumhuriyet ile olan ilişkisi Türklüğün tanımlanmasında temel belirleyici olarak görülmektedir. Kemalizm’in ırk temelli cumhuriyetçiliği, muhafazakâr İslamcılarda din temelli bir cumhuriyetçiliğe evrilir. Bu evrilmenin siyasete yansımaları dünden bugüne cumhuriyetin temelini oluşturmaktadır.