Mezobotamya dediğin yer sadece bir coğrafya değil.
Orası ateşin ilk kez yandığı, tencerenin ilk kez kaynadığı yer.
İnsanlığın mutfakla tanıştığı topraklar.
Bugün “gastronomi” diye süslü bir kelime kullanıyoruz ama Mezobotamya’da buna gerek yoktu.
Orada yemek, hayattı.
Aç kalmamak değil mesele; paylaşmaktı, bereketti, sabırdı.
Bir kazan düşün…
İçine et atılmış, soğan girmiş, biraz bulgur, biraz baharat…
Ama asıl lezzet ne biliyor musun?
Beklemek.
Yavaş yavaş pişirmek.
Acele etmemek.

Mezobotamya mutfağı hızlı değildir.
Fast food hiç değildir.
Bu mutfakta yemek, ateşin başında sohbetle olur.
Bir lokma alan ötekine bakar, “sen de ye” der.
Kimse tabağını doldururken gözünü doyurmaz.
Bugün modern mutfaklarda tabaklar süslü, porsiyonlar küçük.
Mezobotamya’da tabak büyük, niyet temizdir.
Gösteriş yoktur ama karakter vardır.
Bu toprakların yemeği tok tutar.
Çünkü içinde emek var.
Çünkü içinde anne eli, baba sabrı, toprak kokusu var.
Gastronomi dediğin şey aslında şudur:
Bir yemeğin nereden geldiğini bilmek.
Hangi tarlada yetiştiğini, hangi elde doğrandığını, hangi ateşte piştiğini unutmamak.
Mezobotamya mutfağı bize şunu öğretir:
Yemeği küçültme, insanı küçültür.
Yemeğe saygı, hayata saygıdır.

Bugün yeniden bu mutfağa dönmemiz lazım.
Daha az süs, daha çok öz.
Daha az acele, daha çok sabır.
Daha az “ben”, daha çok “biz”.
Çünkü bu topraklar bize hâlâ fısıldıyor:
“Yemeğini unutma, kim olduğunu da unutursun.





