H24/ Makale / Ümit AKTAŞ
20’nci yüzyıl, Adorno’nun, tarihin vahşetten insaniliğe doğru değil, sapandan atom bombasına doğru ilerlediğine dair sözlerini doğrularcasına, tarihin en kanlı yüzyılı oldu.
Modernleşme iddiasında olan ülkeler arasında cereyan eden iki büyük savaş yaşandı ve dünya iki kez yıkıma uğradı.
Ve bu sömürgeci ülkelere karşı bağımsızlaşma mücadelesi veren toplumların mücadeleleri de birçok yerde, yine bu ülkelerden tedarik edilen silahlarla sürdürüldü.
Bunlar ve çoğu Marxist devrimci mücadeleler, arkalarında silahlı mücadelelere dair bir efsane bıraktı.
Oysa 20’nci yüzyılın en önemli sömürgecilik karşıtı mücadelesi olan Hindistan’da Gandi önderliğindeki mücadele, ancak silahlı mücadeleyi reddettikten sonra olumlu bir ivme kazanarak 1947’de başarıya ulaşabildi.
1975 yılında Endonezya’da başlayan Doğu Timor ayrılıkçı mücadelesi 1980’lerde acımasızca bastırılırken, 1988’de başlatılan silahsız (sivil) mücadele, 2002 yılında Doğu Timor’un bağımsızlığıyla sonuçlandı.
1970’lerde Filipinlerde başlayan komünist gerilla hareketi bastırılınca, bu kez 1980’lerden itibaren başlayan şiddetsiz bir halk hareketi, 1986 yılında seçimler yoluyla iktidara geldi.
Güney Afrika’da da 1950’lerde başlayan silahlı mücadele başarısız olurken, 1990’lardaki sivil itaatsizlik mücadelesi başarıya ulaştı.
Benzeri başarılar Sırbistan, Madagaskar, Gürcistan, Ukrayna ve Lübnan’da da yaşanmıştır.
İran İslam Devrimi de 1970’lere kadar sürdürülen başarısız silahlı girişimlerin akabinde, şiddetsiz bir mücadele ile şahın diktatörlüğünü tasfiye etti.
Tunus ve Mısır’daki Arap Baharı süreci de kısmi bir başarıyı yine silahsız bir mücadele ile sağladı.
“Sivil Direniş Neden İşe Yarar” isimli kitap bu meseleyi, yani şiddetsiz mücadelenin stratejik mantığını irdelemekte.
Bu araştırmaya göre 1900-2006 yılları arasında ortaya çıkan ve yüze yakını şiddetsiz bir stratejiyle yürütülen 323 toplumsal mücadelede şiddetsiz strateji hem sayısal hem de sonuç alma açısından giderek artmıştır.
Şiddetsiz mücadeleler sadece ayrılıkçı hareketlerde etkili olamamışsa da, silahlı ayrılıkçı hareketler de ancak yüzde 10 oranında başarı sağlayabildi.
Silahlı (şiddete dayanan) mücadeleler etrafında yaratılan efsanelere karşı bu süreçte sürdürülen silahsız mücadele biçimleri silahlı mücadelelere karşı daha etkili oldu.
En geniş katılımlı 25 mücadeleden 20’si şiddet içermezken, bunların 14’ü başarıyla sonuçlanmıştır.
Şiddet içeren 5 mücadeleden ise ancak 2’si başarılıdır. Çünkü şiddetsiz bir stratejide mücadeleye iç ve dış destek sağlanması, mücadele süresinin uzatılabilmesi ve farklı stratejiler üretme imkânı çok daha mümkündür.
Sivil itaatsizliklere dayanan mücadele, kitle katılımını çoğalttığı gibi mücadele sürecini de uzatabilmekte, toplumun farklı kesimlerini etkinleştirmekte, taraflar arasındaki düşmanlığı ise azaltmaktadır.
Bu mücadele süreci genel olarak barışçı bir iklim yarattığından dış destek sağlama imkânını genişlettiği gibi, başarılı olduğunda da demokratik bir sonuç sağlayabilmektedir.
Silahlı mücadeleler ise sadece iktidarı değil halkı da yıpratmakta, kaynaklarını tüketmekte ve geride maddi ve manevi olarak çökmüş toplumlar bırakmakta; üstelik çoğu kez de diktatörlüklerle sonuçlanmaktadır.
Kimi mücadele biçimleri ise şiddetli ve şiddetsiz fazlardan geçerek ilerler.
Mesela Filistin direnişi 1967’den itibaren silahlı mücadeleye yönelirken, bu süreçte protestolar, grevler, boykotlar, lastik yakma, yol kapatma gibi sivil mücadele biçimlerini de sürdürmekteydiler.
Ancak 1987’den itibaren taş atma eylemleriyle birlikte başlayan ve iki yıl kadar devam eden intifada süreci, yeni ve etkin bir sivil mücadele biçimini öne çıkararak silahlı mücadeleyi geriye itti.
Bu eylemin en önemli yönü Batı Şeria, Gazze, Kudüs ve mülteci kamplarındaki bütün Filistinlileri harekete geçirmiş olmasıydı.
Öyle ki o güne değin FKÖ tarafından pek de dikkate alınmayan tüm yerel birimlerde sivil komiteler kurularak eylemin örgütlenmesi doğrudan sivil halkın inisiyatifine geçti.
Bu süreçte hem bu mücadeleyi örgütleyen Ulusal Birlik Örgütü hem de Hamas, eylemlerde silah kullanılmasını yasaklamıştı.
Zira İsrail dünyanın en gelişmiş silahlarına sahip ve son derece acımasız şiddet yollarını uygularken, Filistinlilerin silaha erişim kaynakları son derece kısıtlıydı.
Dolayısıyla sivil itaatsizlik direnişe stratejik bir üstünlük sağlamakta ve İsrail’i siyasal olarak da yenilgiye uğratmaktaydı.
Eylemciler artık silahsız fedailerdi ve İsrail tarafından yasa dışı ilan edilseler de eylemleri uzun zaman etkisini korudu.
Bu örgütlenme, İsrail kadar FKÖ’nün baskısına karşı da silahsız direnişte ısrar etti ve sadece Filistin halkının değil, barış yanlısı İsrail halkının, “Barış Hemen Şimdi”, “İşgale Son” gibi örgütlerin de desteğini aldı.
Kimi İsrail askerleri bile “Barış İçin Toprak” gibi çabaları destekledi. Özellikle de silahsız kadınlar ve çocukların katledilmesi dünya kamuoyunda infiale ve İsrail’e karşı küresel tepkilere yol açtı.
Dünya kamuoyunu harekete geçiren bu sivil itaatsizliğe dayanan eylemlerin sonucu olarak BM, Filistin’i bir devlet olarak tanıyarak Yaser Arafat’ı BM Genel Kuruluna davet etti.
Ne var ki bu süreçte FKÖ yerel halk komitelerinin özerkliğini ve etkinliğini kırarak bunları FKÖ ile irtibatlandırdı.
Öte yandan ise silahlı eylemlerini sürdürdü. Hamas ile de arasında silahlı çatışmalar başladı.
Her ne kadar Oslo süreciyle devletleşmeye doğru adımlar atıldıysa da, yakalanan o barışçı fırsat heba edildi.
Zira Oslo süreci FKÖ’yü öne çıkardığından, bu durum FKÖ’nün halk komitelerini tasfiyesiyle sonuçlandı.
Böylece tabana yayılan direniş örgütlenmelerinin yerini yeniden piramidal iktidar örgütlenmesi aldı.
Bunun ise ezberi ve örgütlenmesi, silahlı mücadeleyi esas almaktaydı.
Sivil inisiyatifin yeniden askeri örgütün eline geçmesinde, tabandaki direnişin kendisini yetkinleştirememesi, sözgelimi uluslararası kamuoyuyla ve hatta İsrailli muhataplarıyla yeterli irtibatların sağlanamaması (intifadayı oralara yayamaması) gibi etkenler de rol oynamıştı.
FKÖ’nün yeniden öne çıkmasıyla birlikte Hamas da tavrını değiştirecek, 2002 yılından itibaren başlattığı intihar saldırıları da sürecin büsbütün berhavasına yol açacaktır.
Oysa birinci intifadanın sona erdiği 1994 yılında halkın ancak üçte biri silahlı saldırıları desteklemekteydi.
Oslo sonrası süreç ise FKÖ’yü muhatap aldığından paradoksal bir biçimde halkın şevkini kırmış ve insanlar artık mücadelede bir rollerinin kalmadığını düşünerek geriye çekilmişler (itilmişler)’di.
Bu durum ise sivil inisiyatifin iki yıl içindeki tüm kazanımlarının kaybedilmesi anlamına gelmekteydi.
Kısacası stratejik üstünlük yine şahinlerin, yani İsrail’in açık ara üstün olduğu silahlı kanadın eline geçmiş oldu.
Filipinler’de ise Ferdinand Marcos’un diktatörlüğü karşısında 1970 yılından itibaren başlayan silahlı direnişlerin ardından ortaya çıkan kriz döneminde, muhalif lider Benigno Aquino seçimlere katılmak için ülkesine dönünce, havaalanında öldürüldü.
Bu cinayetin akabinde (1983 Eylül) Kilisenin de desteklediği ve Aquino’nun eşinin öne çıktığı kitle gösterileri ve protestolar başlatıldı.
Sivil itaatsizlik yoluyla sürdürülen bu mücadele, Filipin toplumu kadar dünya kamuoyunun da desteğini sağladığından, 1986 Şubat’ında Marcos’un yurt dışına kaçmasıyla sona erdi.
Burma(Myanmar)’da ise 1960’larda askeri diktatörlüğe karşı başlayan çeşitli silahlı örgütlerin silahlarını bırakmaya ikna edilemediği 1998-1990 arasındaki bir süreç içerisinde, her ne kadar sivil direnişler başlatılsa da, bu direnişler birleştirilemedi, genişletilemedi ve etkinleştirilemedi; dolayısıyla da mücadele başarısızlıkla sonuçlandı.
Gerçi Çin’in Burma’daki iktidara desteği de sivil direnişin başarısızlığı açısından önemli bir dış etken olmuştur.
Afganistan’da ise Sovyetlerin ülkeyi işgali karşısında ABD’nin bunu fırsat bilen karşı müdahalesi ve direnişçi grupları birleştirilerek silahlandırması, silahlı direnişin başarısında önemli bir etken oldu.
Şayet Afganistan’da işgale karşı sivil itaatsizlik yoluna başvurulabilseydi, tıpkı Abdulgaffar Han’ın yüz yıl önce İngiliz işgalini silahsız mücahitleriyle (Allah’ın silahsız askerleriyle) püskürtmesi gibi, Afgan halkı Rus askerlerini de sivil direniş yoluyla ülkeden kovabilirdi.
Bu süreçte Doğu Avrupa ülkeleri ise sivil direnişler yoluyla bağımsızlıklarına kavuştu.
Burada belirleyici etken, süreci kendi çıkarlarına uygun bir strateji ekseninde belirlemek isteyen ABD’nin özellikle İslam dünyasını ve hatta tüm dünyayı kârlı silah üretimine müşterileştirmeye çalışan etkisi ve hatta manipülasyonlarıdır.
Bu manipülasyonlar sonucundadır ki El Kaide ve IŞİD gibi ABD üretimi sentetik örgütler, İslam dünyasını kaosa sürükleyecek bir silahlı mücadele rüzgârı estirebilmiştir.
Nitekim benzer bir süreç Suriye’de de yaşanır ve orada da Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan sivil itaatsizlik girişimi, ABD ve Rusların olaya dahliyle silahlı bir mücadeleye dönüşerek süreç çığırından çıkarılmıştır.
Benzeri bir durumu Kürt bağımsızlık mücadelesinde de görebiliriz.
Silahlı bir biçimde başlatılan bu hareketler dört ulusal alanda sürdürüldüğünden, bu hareketleri bastırmaya çalışan iktidarlara da silah kullanma meşruiyeti kazandırmıştır.
Gerek Fanoncu postkolonyal mücadele söyleminden gerekse Marxist telakkilerden etkilenen PKK, bölgedeki en önemli Kürt örgütü olarak aşırı bir şiddet kullanmayı kendi toplumuna bir kimlik ve direniş karakteri kazandırmak için zorunlu bir koşul olarak ileri sürmüştür.
Ne var ki şiddetin bu olumluluğu ve etkililiğinin bir efsaneden öte bir anlamı ve değeri yoktur.
Tam aksine şiddet, toplumların karakterini bozduğu gibi rakibine de şiddet ve silah kullanma hakkı kazandırır.
Rakibi ise genel olarak askeri bir güce sahip olan devletler olduğu için, doğal olarak silah kullanma ve başarıya ulaşma şansına sahip olan da odur.
Nitekim uzun yıllar boyu bu asılsız efsane üzerinden sürdürülen Kürt hareketinin silahlı mücadelesi, önemli bir mesafe alamadığı gibi, bölgedeki ülkelerin ve Kürt hareketlerinin silah üreten devletlere müşterileşmesinden ve araçlaşmasından başka bir işe de yaramamıştır.
Oysa bunun yerine toplum(lar) silahsız mücadeleye iknaya çalışılsaydı, hem bölgede barışçı bir iklim oluşur hem de Kürt halkının selameti için daha fazla mesafe alınırdı.
Kaldı ki ulusal bağımsızlık efsanesi de yine postkolonyal döneme dayanan bir sürecin yarattığı bir efsanedir ve artık bu da tartışmaya açılmalıdır.
Zira günümüzde ülkeler/toplumlar ayrışma yerine bütünleşme eğilimi içerisindeler.
Şayet Kürt hareketi bu mecrada ilerleseydi etrafındaki ülkeleri de bu bütünleşmeye ikna edebilir ve bölgenin acil bir ihtiyacı olan bir işbirliği, dayanışma ve bütünleşme iklimi oluşturulabilirdi.
Nitekim 2010’a doğru bölge bu anlayışa oldukça yakınlaşmıştı. Ama durumun farkına varan ABD ve İsrail, fesat çetelerini harekete geçirerek bölgeyi bir kere daha kaosa sürükledi.
Ne yazık ki bu bölgede 20’nci yüzyılın başından beri tüm kaynaklar silahlı mücadelelere harcanmakta, halklar ise bu ağır şiddet ikliminin yarattığı sefalet, adaletsizlik, haksızlık, ahlaksızlık ve zulüm içerisinde yaşamakta.
Oysa bu durum, uygarlıkların beşiği olan bu coğrafyaya asla yakışmayan bir akılsızlık halidir.
Bu halden çıkış içinse en temel şart sorunların şiddetle, silahlı mücadele ile çözüleceğine dair şu mahut efsanedir ve yapılması gereken en acil çaba işte bu efsanenin reddi ile yerine barışçı ve sivil toplumsal mücadelelerin, ayrışma yerine bütünleşmenin, çatışma yerine dayanışmanın ikamesidir.
kaynak:Independent