Bu cümleden mülhemle; teoloji siyasetin, siyaset de teolojinin hizmetinde değildir desek yerinde olur. Ancak Ortadoğu’da durum hiç de görüldüğü üzere değildir ve teoloji siyasetin, siyaset de teolojinin hizmetinde yer alır. Birbirini besleyen bir niteliğe de sahip olması durumu daha da vahim bir hale getirir.
Krizin başlangıç noktası da burada başlar.
“Kutsal kitaptan çıkarılan politika” ifadesi Orta Çağ Avrupa’sına özgü olsa da günümüzde aynı anlamı çağrıştıran teo-politik kavramın Ortadoğu siyasal literatüründe sıkça kullanıldığına rastlanır. Ortadoğu’da politika, teolojik esinlemeyle birlikte mutlak hükümranlığı koruyan ve bu sistem içerisinde kurumları, yapıp ettiklerini, devlet aklını özgül biçimiyle birlikte teolojik olana dâhil eden bir konuma gelmiş bulunmaktadır. Bu konuda tarihin dışında yeni olan bir şey var mı bilinmez ama politika artık kendi pratiğinde değil, teolojinin aşikar, görünür tüm ritüellerinde, devlet aklını simgeleyen sivil ve kamusal alanda daha sık görülmeye başladı denilebilir. Ayrıca teolojinin hükümranlık bağına eklemlenmesinin demokrasi, kültürel ve siyasal çoğulculuk, eşitlik, hak ve özgürlüklere nasıl yansıyacağı ise tartışma konusu.
Teolojinin politik olana uyarlanması, politik olanın ise teolojiye uyarlanması savı bugüne değin ıskalanmış bir konu olarak karşımıza çıkıyor. O halde krizi buradan başlatmakta fayda var. Hâsılı kelam, politik olanın teolojiye uyarlanması, teolojinin politik olana uyarlanması savının ne tür sonuçlar doğuracağı üstüne bir tartışma teoloji ile siyaset, devlet ile teoloji tartışmalarına farklı bir boyut kazandırır. Elbette burada savımız, teolojik olan ile politik olanı çürütmek değil, ikisi arasındaki yakınlaşmadan doğan ve günümüzü de yakından ilgilendiren sonuçları anlamaya çalışmaktır. Bu açıdan teo-politik krizin bir yeniden inşa anı olduğunu, aynı zamanda bir yapı-söküm alanı olduğunu ve tarihsel olarak hiçbir şeyin yerine yeni bir şey koymaya çalışmadan sökülemediğini belirtmek gerekir. Bu tamamen yeni bir kriz ve kritik kavrayışıdır, tek gördüğümüz şey politik olan ile teoloji arasındaki krizin fay hattında çatlamalar olduğu.
Ortadoğu’da siyasetin genel bir tanımını yapmak bu çalışmanın amacını aşmaktadır. Buna rağmen bu çalışmanın politik olanın teoloji ile ilişkisi bir çatışma ekseninde değil, uzlaşı ve bütünlük çerçevesinde ele alınacağını belirtmek gerekir. Tam olarak aynı durumda olduğunu söylemek istemiyorum, ancak çarpıcı biçimde benzer bazı özelliklerin fark edildiğini umuyorum, çünkü bu iki durum arasındaki benzerlik, bugünkü durumumuzun ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacak kadar ufuk açıcı hale geliyor. Bunu da dikkatimizi bu konuya özgü ve farklı olana yönelterek yapabiliriz. Bu nedenle siyaset ve teoloji ilişkisini bir çatışma dinamiği üzerinden ele almanın hiçbir yararı olmaz, zira konuyla ilgili temel tezleri ele alırken Ortadoğu’da kesişen din-siyaset yakınlaşması teo-politik referans kapsamında birbirine ihtiyaç duyan iki ana unsur olarak işlenecektir. Nasıl ki “ahlakta iyi-kötü, estetikte güzel-çirkin, ekonomide kârlı-kârsız arasında bir ayrım varsa, siyasal bağlamda dost-düşman arasında özel bir ayrım vardır.” Muhafazakâr görüş bu konuda hemfikirdir. Teoloji ile politika arasındaki sistematik bu yakınlık, siyasal otoritenin totaliterleşmesine ve toplum karşısında eleştirilemez olmasına yol açar. En iyi durumda politika ile teoloji arasındaki ilişki en yüksek otorite, egemen güç ve karar verici olarak devletin hak ve özgürlüklere müdahale alanını genişleterek kültürel ve siyasal çoğulculuğu ortadan kaldırır. Teokratik siyasi rejimlerde bu durum kaçınılmaz olur. Politikanın kutsala dönüşmesi devleti sınırlamaz aksine toplum, hukuk ve daha birçok alandaki baskılarını artırır.
Ortadoğu’da toplum, devlet ile olan ilişkisinin veya bağının dinsel tabanlı olduğuna inanır ve aşkın devlet fikrini benimser. Dolayısıyla hiç kimse neden devlet vardır diye sormaz. Bu nedenle siyasal olana ilişkin her şey teolojinin bir parçası olagelmiştir. Devlet ile toplum, din ile devlet arasında bir ayrım yapılmaz. Din siyasetten ayrılmamıştır, siyaset de ahlaktan. Dolayısıyla toplum ile devlet arasındaki faaliyetin kurgusu dinsel temellidir. Siyasi bütünü ellerinde tutan siyasal erk, yöneticiler ve devleti oluşturan kurumlar için de aynı “kutsal hak” geçerlidir. Çünkü insanlar arasında Tanrı’ya yakınlaşma, normlarına uyma zorunluluğu devlet ve siyasal bütünlüğü ellerinde bulunduranlar aracılığıyla gerçekleşebilir; ibadet ve dine bağlılık ancak devletin güvenliği, huzuru ve yararıyla uyumlu olmalıdır. Bu durumda devlete itaat Tanrı’ya itaat olarak geri döner. Bir bütün olarak devlet, dine müdahale hakkını kendinde görür ve teolojik alanın inşa özgürlüğünü dindarlara bırakılmasına izin vermez. Din ve vicdan özgürlüğü konusunda yasal düzenlemeler olsa da Ortadoğu’da devlet ve uzantısı rejimler, bir ölçüde dinin veya inancın devlet tarafından tanımlanması ve düzenlenmesini kendine özgü çerçevede yaparak kutsal/tinsel gücü egemenliği altında tutar. Haliyle siyasal veya aşkın bir güç olarak devlet, Tanrı ile insan arasında varlığını kutsaldan alan bir aracı olarak görülür.
Ortaçağ’da toplumu yöneten kiliseler, krallar ve politik şahsiyetler egemenlik hakkını doğrudan toplumdan değil, kutsaldan aldıklarını kabul ederler. Bu kişiler veya siyasi kurum ve kuruluşlar, kendini toplumun üstünde görerek ötekilerin dışında tutar ve onları Tanrı’nın istemi inancıyla bir araya toplar. Ortadoğu teo-politiğinde ise devletler tinsel/kutsal bir egemenlik hakkına sahip olduklarına inanırlar. Sekülerlik veya laiklik vurgusu ya da bu yönetimlerin dini normların dışında kabul edilmeleri teoloji eğilimli politikalar gütmeyecekleri anlamına gelmez. Her halükarda toplum adeta dini temsilci aynasında devleti görür ve hükümranın emrine itaat etmek suretiyle, bir yandan hem kendini memnun eder hem ahlaken iyi şeyler yaptığına hükmeder.
Siyasal açıdan bakıldığında günümüz modern düşüncenin egemen, olağanüstü durum, karar gibi kavramların Hıristiyan ilahiyatından alınarak oluşturulduğu çok açık. Bir başka ifadeyle söz konusu kavramların dini içeriklerinden boşaltılıp yeni anlamlar yüklendiği dikkat çekici. Dolayısıyla teo-politik alanda siyasetin dikkat çektiği husus da budur. Siyaset teolojiyi dışlamaz aksine araçsallaştırarak içine alır ve onun toplum ile kutsal ilişkisinden yararlanır. Haliyle siyasetin taahhüt ettiği hedeflere ulaşmasını sağlama almanın bir yolu olarak dinin araçsallaşmasıdır. Bu tanım üzerine inşa edilmiş biraz daha geniş bir tanıma göre ise araçsallaştırma, siyasetçilerin dolaylı bir yönetim ilişkisine girme girişiminde bulunabilecekleri bir sorundan, siyaset alanından veya belirli bir karardan sorumlu olmadıklarına dair halkı ikna edebilecekleri araçlar, yöntemler ve kurumlar bütünüdür.
Ortadoğu’nun politik teolojisi siyasi içerim barındırır ve bunlar bir arada ele alındıklarında siyasal düşüncenin nasıl şekillendiği ve onu böylesine kendine özgü ve etkili kılan olgunun ne olduğu büyük oranda anlaşılır. Ortadoğu’da teo-politik söylemin çıldırtıcı kokusu ve dinin politik olanın merkezine yerleştirilerek araçsallaştırılması, siyasal eylemin kökenlerine ilişkin arkeolojik bir gezinti yapmamızı sağlar.
“Yasak meyve” ile başlayan tarihsel düşüş ya da gezinti, kutsal bir mücadeleye dönüşerek politik olanın kıstaslarını belirler; yeryüzünde Tanrı’ya layık bir siyasal düzen… Öyleyse tarihsel mücadele Tanrı karşıtlığı, başkaldırı Tanrı ile insan arasında değil, Tanrı’yı temsil iddiasında bulunan siyasal otorite ile Tanrı karşıtı olarak “lanetlenen” siyasal güç arasındaki mücadeledir. Bu nedenledir ki teo-politik düşüncede belirgin bir hat çizilmesi zorunludur. Bu hat, Tanrı’nın otoritesinin egemen olduğu ve kalın çizgilerle belirlenmiş deyim yerindeyse tehdit ve itaatin varlığını hissettiren uzamsal bir çizgi üzerinden sonsuzluğa açılır. İstisnaların yaşandığı bu evrende egemenin tek isteği insanların yasalara uyması, içsel veya dışsal olan bir alan üzerinden hükümranlığını devam ettirmesidir. Bu konuda Doğu’da sultanlar, Batı’da ise krallara yazılmış ve içinde kutsal metinlerden alıntı onlarca nasihatname var.
Bu evrende zaman-mekân varlığını nedenler ve olgulara bağlasa da kültürden, siyasetten ve tarihten bağımsız bir teo-politik çaba sonuç vermez. Siyasi alanda vazgeçilmez bu durum “teo-politik”in ana damarını oluşturur. Uluslar “devlet”e, devlet ise kutsalla örtüşen bir meşruiyete ihtiyaç duyar. Siyasal anlamda bunun tezahürü insan ve insanın iktidarında/öncülüğünde bir Tanrı devleti.
İktidarın ideolojik araçlarından sayılan norm/yasa ise Tanrı’yı temsil eder ve iktidar karşıtı yargılamalarda hukuk Tanrı düzenine isyan şeklinde ele alınır. “Devlete/rejime isyan” Tanrı’ya isyan ve bu “günah”ın bedeli beden ile karşılık bulur. Mitolojik kurban/adak seremonisini andıran bu eylem, haksızlığa karşı haklı çıkma meşruiyetini ortadan kaldırır ve Tanrı’yı mutlu etmek iddiasıyla teosofik bir hâl alarak kefaret affı veya “endüljans ticareti” bir tasavvurun en dip noktasına yerleşir. Her dönemde alınan “günah ücretleri”, dine karşı işlenmiş suçların affedilmesini anımsatan daha fazla erdem için daha fazla bağışlanma odaklı ilahi bir sözleşme doktrinin gelişmesine yol açar. Devlete ilişkin teo-politik ya da metafizik kaynaklı siyasal sisteme yönelik bir muhalefetin bedeli ya vatana ihanet ya da Tanrı’ya isyan anlamına gelir. Tüm bu teorik arka plana rağmen teo-politik boyut yani politik din, söz konusu meşruiyeti artırmada dine farklı bir ayrıcalık tanır.
Hükmetmek ve yönetmek için öncül koşul meşruiyetin sağlanmasıdır. Zira meşruiyet sağlanmadan iktidar ve iktidarın sürekliliği mümkün olmaz. Siyasal evrende meşruiyeti sağlamanın yolu döneme göre farklılık gösterse de öne çıkan unsurlar bazen din, bazen soy ve bazen karşılıklı çıkar ilişkileri, bazen de halkın rızası olmuştur.
Modern toplum ve devlet inşa sürecine göz atıldığında “egemenlik”in normun en tepe nirengi noktasını temsil ettiği söylenebilir. Bu kavramlar teolojik/dini kavramlardan esinlenerek inşa edilen bir sistemin ifadesidir. Özellikle de Batı düşüncesi açısından bakıldığında Orta Çağ’ın teolojik kavramlarının içinin boşaltılıp sekülerleştirilmesiyle oluştuğunu görebiliriz. Modern siyasal ideolojiler ya da siyasal teoriler egemenliği halka dayandırır. Ortadoğu “teo-politik”inde egemenlik her ne kadar halka dayandırılmış olsa da pratikte asıl olan, egemenliğin halk adına kimin kullandığıdır. Ancak Ortadoğu politik pratiğinde vasiliği andıran ve absürt bir “halka rağmen halk için” ve halk adına kullanılan bir egemenlik tanımının kullanıldığına sıkça şahit oluruz.
Siyaseti bir anlamda gücün kullanımı olarak düşündüğümüzde din ve siyasetin ortaklığı günümüz teo-politik ilişkilerde ortaya çıkar. Ortadoğu’da kutsala yaslanmış politik gücün nezdinde iktidarlar Tanrı’nın takdiridir. Tanrı’nın takdiri olduğuna göre iktidarlara karşı olmak Tanrı’nın iradesine karşı olmak anlamına gelir. Buradan da anlaşıldığı gibi, ulusların din ve siyasete yaklaşımı büyük oranda paralellik gösterir. Kaynağını buradan alan siyasal doktrinler/ideolojiler, toplumları harekete geçirme, yönetme, kontrol etme ve nihai noktada üzerinde hâkimiyet sahibi olma inisiyatifiyle hareket ederler. Kendisi dışında hiçbir otorite tanımayan bu tür ideolojiler tabiri caiz ise “kendi kendisinin rahibidir”.
Bu noktadan hareketle teo-politik düşünce kendini hatalı üç aksiyom üzerinden var etmeye çalışır: Tarih’i şahsiyet ve olayların politik/siyasal eylemlerinin birer dini norm olarak kabul edilmesi, tarihsel olgu ve değerlerin imtiyazlandırılması ve kutsal ile nedensel bir bağ kurulması, son olarak da söz konusu kutsallık üzerinden geçmişin bugüne taşınarak ideal bir toplum ve siyasal sistem inşası vurgusu. Bu konuda teoloji-politik söylemin merkezileşmesi sonrası yaşanan siyasi savaşlar, yönetimde seçilmişlik vurgusu, iktidarların teolojik kimliği, hükümetin belirlenmesinde geleneğin akideleştirilmesi ve çok daha farklı toplumsal ve siyasal sonuçlara neden olan onlarca olay ve olgudan bahsetmek mümkün.
Buraya kadar teo-politik savı görece ele alan bir yöntem izlendi. Bu düşüncenin hangi ideolojik şartlarda doğduğuna ilişkin bu incelemeyi tamamlamak için son olarak teo-politik alanda yaşanan siyasal durumun kritik bir krize doğru sürüklendiğini ve bölgesel yönetimlerin baskılarını arttırdığına şahit olacağız. Yanı sıra ahlakilik-gelenekçilik adına siyasi düşüncelerin, ifade özgürlüğünün ve özgürlüklerin kısıtlandığını ve bir sonraki adımda ise klasik heterodoks politikaların daha büyük sorunlara yol açacağını görüyor olacağız. Bir dizi belirgin siyasal içerimi de beraberinde getiren bu durum, en önemlisi toplumların mevcut teo-politik biçime riayet edilmesine rıza göstermesidir. Devletlerin amacı esas olarak özgürlüktür. Bunla birlikte biliyoruz ki insanların özgür yargıları bir bütün olarak farklılıklar gösterir ve herkes en iyi bildiğini düşündüğü şeyi herkesin aynı şekilde düşünmesini ister.
Tüm bu teorik arka plana rağmen teo-politik alanın dışında sivil bir din mefhumundan bahsetmek şimdilik mümkün görünmemektedir. Politik din ve sivil din ayrımı tezine ilişkin görüşlerin önemli ölçüde gerçekliğini yitirdiğini söylemek yerinde olur. Politik olanın teoloji ile ilişkisi söz konusu olduğunda siyasi düzenin kutsallaştırılması ve meşruiyetin artırılmasında önemli bir rol oynadığı inkâr edilemez. Geleneksel din vurgusu konusu da bu bağlam içerisinde ele alındığında aynı durum gözlemlenebilir, zira politik olanın teolojiyle yakınlaşması inancın temelini oluşturan geleneksel dini de siyasetin alanına dâhil eder.