Bunları uzun uzadıya anlatacak değilim.
Sağcılık ve solculuğun 1789 Fransız devrimine kadar uzanan eski bir tarihi var.
Ama Türkiye siyaset terminolojisine sağcılık ve solculuk terimleri çok sonraları geldi.
Biliyorsunuz, 1789 Fransız ihtilalinden sonra Fransa’daki mecliste kralın sağında oturan eski rejim yanlıları, aristokratlar, feodaller, bir kısım din adamlarına sağcı denildi, sol tarafına oturan burjuva aydınlara, o döneme göre kapitalist demesek bile zengin tüccarlara, halk temsilcilerine de solcular denildi.
O günden bugüne kadar bu konuşlanma tartışılıyor.
Ve nitekim Türkiye’de de bu tartışmalar uzun yıllar devam etti.
20. yüzyıldan sonra kapitalist dünyaya sağcı, sosyalist-Marksist dünyaya da solcu denildi.
Ve Türkiye’de de Cumhuriyet Halk Partisi ne hikmetse, solla ne alakası varsa özellikle 1960’lardan sonra solcu olarak tanımlandı.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, AK Parti gibileri de sağcı olarak nitelendirilmeye başlandı.
Buna Allah rahmet etsin İdris Küçük Ömer itiraz etti.
Dedi ki bu sizin söylediğiniz kesinlikle doğru değil.
Türkiye’de durum bunun tam tersidir.
Yani CHP ve uzantıları sağcıdır.
Diğer Demokrat Parti ve onu takip edenler ise solcudur.
Tabi bunlar başka bir tartışma.
Ama Türkiye’deki İslamcı hareket hiçbir zaman kendini sağcı olarak tanımlamadı.
Hatta sağcılık bir anlamda bir hakaret olarak algılandı.
Nitekim İran devriminde de işte Humeyni ve takipçileri kapitalist dünyanın baş patronu Amerika’yı büyük şeytan olarak nitelendirdi.
1970 senesinde çıkan Mücadele Birliği’nin dergisi Yeniden Milli Mücadele, “Amerika, Rusya Yahudi’ye Kukla” diye iki dünyayı da aynı kefenin içine koydu.
Gelelim bugünlere.
AK Parti kuruluş döneminde de kendini sağcı olarak tanımlamadı, solcu olarak da tanımlamadı.
Müslüman demokratım da diyemedi veya öyle bir felsefeye öyle bir düşünceye de sahip değildi. Muhafazakâr demokrat diye bir şey icat edildi.
İngiltere’de var mesela muhafazakâr parti ama Türkiye’deki muhafazakâr demokratlık ne demek bunun felsefesini ilkelerini doğru düzgün ortaya koyamadı. Tabiri caizse karnından bir şeyler ifade etmeye çalıştı.
İşte özgürlükçü, demokrat, hoşgörülü, yenilikçi, adil bölüşümden yana gibi tanımlamalarla gitti.
Halbuki Türkiye’nin ve bütün İslam dünyasının ihtiyacı bir Müslüman demokrasisi.
Bu mümkün mü, değil mi?
Bu konuda da çok konuştum ben, yazılar yazdım.
Tunus’ta Raşid Gannuşi, Fas’ta Cabiri gibi entelektüeller bu konuda epey ufuk açıcı şeyler söylediler.
Aslında bütün İslam dünyasının ve özellikle de Türkiye’nin ihtiyacı bir Müslüman demokrasisi.
Her iki taraftan da, hem laik seküler, sol, sağcı kesim İslam’da demokrasi yan yana gelmez dediler.
İslam dünyasından birçok kimse de Seyyid Kutub ve Mevdudi de demokrasiyi bir küfür rejimi olarak tanımladılar.
Ama şunu da söylemediler: Peki İslam dünyasında yönetim nasıl olacak, seçimler nasıl olacak, şura nasıl belirlenecek, süreleri ne olacak, denetim ne olacak, yargı nasıl hareket edecek? Yasama, yürütme ve yargının birbiriyle ilişkileri nasıl olacak?
İşte ben bu konuda “Allah Adına Yönetmek” kitabımda aklım yettiği kadar sorguladım ve bir şeyler söylemeye çalıştım.
Yani Allah rahmet etsin Seyyid Kutub ve Ebu’l Ala Mevdudi de bu konuda itirazın ötesinde bir alternatif ortaya koyamadılar.
Hüküm Allah’ın ama Allah adına kim hükmedecek, nasıl edecek?
Bunun işte başı, sonu, ortası nasıl olacak?
Bu soruların cevabı yok. Veremediler, vermediler.
Gelelim bugüne.
Bugün de Türkiye’de bir milliyetçi muhafazakarlık çıktı.
Bu milliyetçi muhafazakarlık öyle bir menem terkip yani alaşım ortaya çıkardı ki yiyenlerin hiçbiri memnun değil.
Bir yandan Türk milliyetçiliği onun üzerine halkçılık ve milletçilik milletten yana olma yerine devletin bekasını, devletçiliği esas alan bir zihniyet ve üzerine serpiştirilmiş sos şeklinde bir din.
Öyle ucube bir şey ortaya çıktı ki işte bugün Türkiye’nin en büyük sorunu bu milliyetçi muhafazakarlık oldu.
Nedir?
Nereye gidecek?
Şu ana kadar açtığı enfeksiyonlar belli ama bundan sonra bu işi kangren olmaya doğru götürmesi nasıl engellenecek bunu bilen yok.
Bu milliyetçi muhafazakarlıktan hızla sıyrılamadığımız vakit maalesef önümüzde çok daha kötü günler gözüküyor.
Aynı şekilde muhafazakar demokratlık gibi yani bizce bir şey ifade etmeyen kavramlara sığınmak da çare değil.
Bunun doğru düzgün adını okuyarak, bu coğrafyanın tarihiyle, kültürüyle, geçmişiyle barışık bir Müslüman demokrasi, bir İslam demokrasisi, bir Müslüman demokrasisi inşa etmek zorundayız.
Yapamadığımız vakit, işte bugünkü ucube durum devam edecek ve maalesef gittikçe de işler kötüye saracak.
Kürt meselesinde de, mülteci meselesinde de, hak ve özgürlükler meselesinde de, doğru düzgün çalışıp, hakça çalışıp, adilce bölüşüm meselesinde de sınıflar arası farklılıklar meselesinde de, mafya ile ilişkiler meselesinde de büyük sorunlar yaşanıyor ve yaşanmaya devam edecek, daha büyüyecek.
Önümüzdeki dönem, millet sağ dediği için tırnak içinde sağ diyelim, en büyük kriz Türkiye sağında gözüküyor.
Solculukla hiçbir alakası olmayan Kemalistler, CHP’ye sığınan diğer bilumum eski sözde Marksist, Sosyalist gruplar, kendilerince bir öbek oluşturdular.
Ama Türkiye’deki sağ kesimde ciddi kavgalar var, ciddi tartışmalar var ve özelinde de AK Parti’nin içerisinde sadece oy oranını söylemiyorum, zihinsel olarak, fikirsel olarak, hedef olarak bir siyasal çöküş yaşanıyor.
Peki bu siyasal çöküşün içinden nasıl çıkıp halka tekrar önce güven sonra ümit verecek bir Müslüman demokrasisi inşa edilecek?
İşte Türkiye’nin şu an bence en büyük sorunu bu.
Eğer bunu aşamazsa siyaset bu krizi ve bu kesim toparlanamazsa bir siyaset felsefesi, bir siyaset paradigması ortaya koyamazsa ve hepsinden de önemlisi bir güven tesis edemezse -adına sol denilen diğer kadroların zaten Türkiye’yle, bölgeyle, coğrafyayla ilgili doğru düzgün bir hazırlıkları, bilgileri, müktesebatları yani birikimleri bugüne kadar yok- Türkiye’yi önümüzdeki en az 5 yıl siyasi kriz bekliyor.
Haberin 24 Saati