Barış, “ruhun en yüksek mutluluğudur.” Platon
1 Ekim’den bu yana siyaset arenasında yaşananları toplumun tüm katmanları kendi ideolojik ve politik yaklaşımları doğrultusunda yorumluyor. İktidarın yapmayı düşündüğü yeni anayasa değişikliğine bağlayanlar olduğu gibi, Orta Doğu’daki gelişmelerin yol açacağı istikrarsızlık ortamında, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmüş ve Kürtleri yanına almış olarak elini güçlendirme çabasına dayandıranlar da var. ‘2028 seçimlerinde Kürt sorununu çözen Cumhur İttifakı’nın eli daha da güçlenir.’ tarzı yaklaşımlar da oldu. Bütün bu yaklaşımların haklılık payı var.
Dünya deneyimlerinden de biliyoruz ki, tüm çatışma çözümü arayışları, bir fayda ve bir beklenti sonucu başlıyor.
Yorumlar ağırlıklı olarak, eskilerin hikmet-i hükümet olarak nitelediği “devlet aklı”na dayandırıldı. Esasen “devlet aklı”, devletin ihtiyaç duyduğunda çıkarları doğrultusunda rutin dışına çıkması demektir. Demokratik değerlerle bağdaşmasa da Osmanlı’dan miras alınan bir gelenek.
Hatırlanacağı gibi PKK ile savaşın en yoğun yaşandığı 1990’ların ilk yarısı, Türkiye’de kontrgerilla ya da derin devlet olarak adlandırılan yapıların faaliyetlerinin de açığa çıktığı bir dönem oldu. Kürt coğrafyasındaki faaliyetleri bugün hala tartışılan JİTEM, Hizbullah-devlet ilişkileri, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar da ağırlıkla bu dönemde yaşandı. 3 Kasım 1996’daki Susurluk kazası da “devlet-siyaset-mafya” ilişkilerini açığa çıkardı.
Bilindiği gibi bu yılların karanlık ilişkilerini ortaya koyan bir başka olay da “kayıp silahlar” davasıydı. Batman’da kurulan “Karma Özel Harekât Birliği” adlı özel birlik için Valiliğin yurt dışından ithal ettiği ağır makineli tüfekler, roketatarlar ve benzeri silahların bir kısmı Hizbullah’ın silah depolarında çıkmıştı.
Bununla ilgili iddialar, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e sorulduğunda Demirel, tarihe geçen, “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” sözlerini sarf etmişti.
Bahçeli’nin Öcalan’ı DEM grubunda konuşma daveti “devlet aklı” olarak yorumlanabilir ancak Bahçeli’nin Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü vesilesiyle yaptığı yazılı açıklamada: “Türkiye’de Kürt sorunu yoktur ve olmayacaktır, Türkiye’nin terör sorunu vardır.” şeklindeki açıklaması da devletin Kürt sorununa yönelik temel stratejisinin değişmediğini gösteriyor.
İki hafta içinde çözümün gerekliliğine vurgu ile ortada bir sorunun olmadığı beyanı bir tenakuz. Çelişkiler zinciri bununla bitmiyor. İktidar sözcüleri “çözüm süreci yok” derken, diğer taraftan fiili olarak yürüyen bir süreci görüyoruz. 43 aydır tecrit uygulanan ve yasalara aykırı olarak ailesiyle bile görüştürülmeyen Öcalan, yeğeni Ömer Öcalan’la görüştürüldü. Yeğeni aracılığıyla yaptığı açıklamada, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.” dedi.
Öte yandan PKK’dan haber alabilen bir gazeteci Nupel TV’ye yaptığı açıklamada, Temmuz ayında İmralı’da bulunan PKK lideri Öcalan Kandil’e bir mektup gönderdi. 19 Temmuz günü de PKK’nin merkez yöneticileri Öcalan’dan gelen mektubu görüşmek üzere bir toplantı gerçekleştirdi. Mektubunda Kandil’den yeni bir kongre yapmasını isteyen Öcalan, PKK’nin kongre kararıyla feshedilmesini istiyordu. Öcalan mektubunda, “Demokratik bir değişim ve dönüşüm için bu gereklidir, yeni dönemde PKK ismi olmaz” diyordu. PKK feshedildikten sonra onun yerine kurulacak parti için de, Halkın Çağı Partisi (HÇP) veya Halkın Özgürlük Partisi (HÖP) isimlerini öneriyordu.
Bir başka açıklama da YPG-SDG güçlerinin komutanı Mazlum Abdi’den geldi. Türkiye ile arabulucular aracılığıyla görüşüyoruz dedi. TUSAŞ saldırısını gerçekleştirenlerin Suriye’den geldikleri iddiasını da yalanladı. TUSAŞ saldırısıyla hiçbir ilgilerinin olmadığını, Türkiye’nin Rojava’ya yağdırdığı bombalar sonucu birçok sivil insanın yaşamını yitirdiğini, sağlık ve eğitim kurumlarıyla birlikte hayati öneme haiz tahıl depoları, su, elektrik ve petrol tesisinin vurulduğunu açıkladı.
Ayrıca Al-Monitor’den Amberin Zaman’a verdiği bir röportajda, “Çok net ifade edeyim, Kuzeydoğu Suriye’deki statümüzün ortadan kaldırılması, herhangi bir barış görüşmesinin amacı olursa, bu görüşmeler başarısız olacaktır. Ancak Türkiye’nin Kürt politikasında bir değişiklik olursa ve Türkiye içinde bir çözüm gelişirse, Suriye Kürtleri de bu çözüm sürecini destekleyecektir.”
Bütün bu gelişmeler bir sürecin yürüdüğünü göstermektedir. Sürecin bir yol kazasına uğramaması için de gizlilik içinde yol almaya çalıştıkları anlaşılıyor. 2013 sürecinin tecrübesi ışığında yürütüldüğü söylenebilir.
Çerçevesi ve nasıl yol alınacağı konusunda somut bir bilgi yok.
Aktörler, TUSAŞ saldırısı ile bu saldırının bahanesiyle Rojava’ya yönelik saldırıları gibi riskleri elbette hesaplamak zorundalar. Hafta sonu DEM Parti’nin yayınladığı oldukça sert bildiri de genel olarak gereksiz ve yanlış bulunmuş ve bir ‘yol kazası’ olarak değerlendirilmiştir.
Kilit rolün Öcalan’a verildiği anlaşılmaktadır. Öcalan’ın Kandil’i ikna etmek için devreye girdiği de görülüyor. Ancak Öcalan’ın Kürt toplumundaki karşılığı tartışmalıdır. Demirtaş’ın Kürt toplumundaki karşılığı ise tartışmasız. Bunun benzer bir örneği, 2019 yerel seçimleri öncesinde de denendi. Öcalan’ın mektubu TRT’de okutularak oy istendi ve bir sonuç alınmadı. Demirtaş’ın tavrı belirleyici oldu.
Esasen Kürt toplumun ikna edilmesi ve kalıcı barışın tesisi için, yıllara dayanan kimi taleplerin -ki bunların başında anayasal vatandaşlık ile anadilde eğitim geliyor- anayasal güvence ile karşılanmasıdır. Özetle, kardeşlik edebiyatı değil eşitlik temelli bir çözüm.
Sorun hamasete ve polemiğe kurban edilemeyecek öneme haizdir.
Bu süreçte tarafların samimiyetini test etmek bize düşmez. Bize düşen kalıcı barışın inşa sürecine katkı sunmak, bir ucundan tutmak. Kaldı ki, barış süreçlerinde tarafların samimiyetine değil, tutum ve kararlarına bakmak gerekir.
Dünyadaki tüm barış süreçlerinde olduğu gibi bugün de itirazları ve karşı çıkışları olgunlukla karşılamak gerekir. Küçük milliyetçi partilerden Kemalist solculara uzanan geniş bir yelpazede yoğun karşı çıkışlara rastlıyoruz. Sürecin doğasında bunlar vardır.
Kimi Kürt çevrelerindeki karşı çıkışların nedeni ise Bahçeli’nin geçmişteki duruşudur.
Devlet adına süreci Bahçeli’nin yürütmüş olması bir kazanımdır. Esasen bugünkü konjonktürde böyle zorlu bir süreci Bahçeli’den başkası yürütemez. Unutmamalıyız ki, yaşanan 40 yıllık kanlı süreç içerisinde Türklerin PKK öfkesinden Kürtler de nasibini aldı. Böyle öfkeli bir toplumu ancak Bahçeli ikna eder. Güney Afrika başta olmak üzere dünya deneyimleri de bu yöndedir.
Eğer bu süreç müzakere aşamasına gelirse, en önemli konu Rojava’nın özerkliği olacaktır. Yani bu yapının nasıl bir şekil alacağı… Öcalan Rojava Kürtlerini de silahsızlanmaya çağırır mı, çağırırsa – ki, çok zor – Kürtler olumlu karşılık verir mi? Unutulmamalıdır ki, ilk çözüm sürecini bitiren de Rojava oldu.
Tam tersi de mümkün… PKK silah bırakma karşılığında Türkiye’nin Rojava’ya dost olmasını ve Rojava’yı tehdit olmaktan çıkarmasını talep edebilir. Bunun pazarlığında ABD’nin de taraf olacağı kesin.
Heyecanlanmadan, coşmadan süreci aklıselimle takip edip olumlu katkı sunmaya çalışmak gerekir. Tüm süreçlerin pamuk ipliğine bağlı olduğunu bilmekte yarar var. Bahçeli yarın fabrika ayarlarına dönerse de şaşmamak lazım. O zaman da toplum zorlu bir süreçle karşı karşıya kalacaktır.
Sonuç olarak Öcalan’ın Meclis’e gelmesi belki bir metafor olarak kalacak ama “umut hakkı”nı kullanması sağlanırsa önemli bir başlangıç olur ve kalıcı barışın tesisine çok büyük bir katkı sağlar.