“Bir Lokmanın Felsefesi”
Bazen mutfakta öyle anlar olur ki, kepçeyi elinden bırakırsın… çünkü tam o sırada, tavanın içinden sana bakıyordur hayatın kendisi.
Bir köfte yuvarlarsın, yuvarlarken düşünürsün: “Ben mi onu biçimlendiriyorum, yoksa o mu beni?”
Cevap, köftenin içinde gizli… ama biraz da sarımsağını fazla kaçırmışsın, o yüzden sessiz kalıyor.
Gastronomi diyoruz ya, aslında büyük kelime.
Ama bazen sadece sabahın köründe fırında nar gibi kızaran bir simidin kokusudur gastronomi.
Kimi için “fine dining”, kimi için “aç karnına menemenin üstüne ekmek banmak”.
İkisi de aynı masada buluşabiliyorsa, işte orada lezzetin demokrasisi başlıyor.
Ben mutfağa girdiğimde bazen ciddi oluyorum, bazen komik.
Ama mutfak zaten öyle bir yer ki, bazen soğan doğramakla göz yaşartıyor, bazen de yanlışlıkla tuzu iki kat atınca seni hayatla barıştırıyor.
Yani ne kadar öfkelensen de, sonunda “pişti mi bu yemek?” diye sormadan duramıyorsun.
Yemek, affetmenin en güzel hali bence.
Bir de tabii dışarıdan bakınca sanıyorlar ki hep “şef pozu”ndayız.
Halbuki kimi zaman biz de pilav tutturamıyoruz, bazen fırın suratımıza gülüyor.
Ama ne var biliyor musun?
O hatalar, o küçük kazalar… hepsi bizim mutfak kimliğimizin tuzu biberi.
Sonuçta gastronomi, sadece damak işi değil; kalp işi.
Ve bazen en güzel tarif, tarif defterinde değil sofrada kurulan bir cümlenin içinde gizlidir:
“Afiyet olsun.”
Çünkü o cümlede, dünyanın en sade sevgisi var.




