Herkesin sabah namazıyla birlikte kapısının önünü sulayıp, süpürdüğü. Semaverini yakıp, kahvaltı hazırlığı yaptığı bir zamanda Çoravanıs’tan öküz arabalarıyla bütün mahalleyi mis gibi kavun kokuşana boğan bölgede ve belki de dünyada benzeri bulanmayan kavunlar gelirdi.
Tek kanalı olan siyah-beyaz TV’lerin günün büyük bölümünde karıncalı olduğu zamanlarda, insanlar netti. Derdi olmayanlar, dertlilerin derdini paylaşır, onunla dertlenirlerdi. Hayatın, bugünkülerden daha güzel olduğu zamanlarda saklambaç, evcilik, beş taş bütün çocukların bildiği oyunlardandı.
Kimsenin gece yarılarına kadar kapısını kapatmadığı evler, herkesin evi gibiydi. Yoksulduk. Babaların cebinde bakkala, fırına veresiye deftercikleri eksik olmazdı. Her mahallenin bir delisi vardı, bütün şehir tanırdı onları. Büyüklere saygı esastı, büyükler şimdiki gibi parkların banklarında boynu bükük değersiz bir eşya olarak görülmüyorlardı.
Elmalar elma, erikler erikti, kavunlar kavundu ve Şamram kanalının alt kısmı bostanlarla, bahçelerle doluydu. Eskiden hayat, acısıyla, tatlısıyla daha güzeldi… Köyler, şehirlerden farklıydı. Bulundukları yerde mutluydular. Hayvancılık, tarım onların geçim kaynağıydı.
Gelinler şimdiki gibi, alanlara çıkıp göbek atmıyorlardı. Duvakları altında utangaç şekilde bakışları ürkekti. Asma üzümleri duvarlardan tırmanıp, damlara kadar uzanıyordu, İskele caddesi gibi her tarafta kavak ağaçları yükseliyor, Cumhuriyet caddesinin her iki yanında büyük bağlar şehri yeşile boğuyordu.
Şehrin her yanında, her kapıda ikram edilen su vardı ve Perşembe akşamları komşulara yemek götürülür, kapılarda hurma dağıtılırdı. Eskiden hayatın daha güzel olduğu o günlerde Erek dağının arkasından yer altındaki tünellerle şehre getirilen kehriz suları şehri, suya doyuruyordu. Buz gibi sularla susuzluğunu gideren toprak, tadına doyum olmayan sebzeler, kavun, karpuzlar yetiştirmeye fırsat tanıyordu. Yemekler kapının önündeki ocakta pişinceye kadar, bir parça ekmeğe sürdüğümüz, kaymak, tereyağı veya salça ile doyardık. O zamanlarda sofralarda en fazla iki çeşit yemek olurdu, bundan fazlasını aramazdık.
Naylon parçalar satan seyyarlarla birlikte çeşitli kumaşları bohçasında taşıyan teyzeler mahalle mahalle gezerlerdi. Herkes varlığını yastık altına veya bir döşeğin arasına, çeyiz sandığının bir köşesine koyardı, bankanın yolunu bile bilmezdi. Hatta daha buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makineleriyle buluşmamıştık bile. Elektrik ve su faturalarına çok düşük para gelen evlerimizden asla yatılı misafir eksik olmaz ve hatta bazen beklenmedik misafirlere yemeğimizi ikram ettiğimizden o gece aç yatardık ama gam yemezdik.
Hep gece yarılarına kadar sokaktaydık ama hasta etmezdi ne çamur, ne kir ve ne de yıkamadan yediğimiz sebzeler, meyveler.
Zengin ve bolluk içinde değildik ama varlıklı olanlardan daha mutlu ve huzurluyduk. Ellerinden örgü düşmeyen nineler göz nuru kazaklar örerdi. Hiçbirimizin yamalı olmayan elbisesi yoktu ama umursamıyorduk. Kimi zaman abilerin eskittiği yamalı elbiseleri giyerken bile mutluyduk. Mahallemiz bütün dünyamızdı. Birlikte sevinir, birlikte üzülüyorduk. Şimdiki diziler bile mutlu olduğumuz o mahalleyi anlatır oldu. Savaşa gidip dönmeyen asker mahalleyi ağlatırdı.
O zamanlar cep telefonları yoktu ve hatta çok sonraları bazı sokaklara kurulan sarı telefon kabinleri, sarı sarı jetonlar yoktu, mektup satır satır yazılır ve evlerde Türkçeyi, okumayı daha yeni çözmüş öğrenciler o mektupları topluluğa okurdu.
Ya Vallahi bütün sıkıntılarına, acılarına, yoksulluklarına rağmen eskiden hayat daha güzeldi…. Kavgalar nadir, küslükler günlüktü. Büyükler asla buna izin vermezlerdi. Evler sobalıydı. Geven, tezek ve odun yakılırdı. Sonraları Şamanıs kömürüyle tanışıldı. Patates, pancar torbalar dolusu alınırdı ve kışın en gözde yemeklerinden biriydi bunlar. Pantolon yamalı, nikahlar ömürlüktü, eskiden hayat daha güzeldi…
26 Ekim 1976 yılında tam da bugün Ömer’in düğünü olacaktı. Birçok akrabamıza haber vermişlerdi, bir eksiklik vardı… Erek dağının arkasında Keşiş Gölüne yakın yerde bir köyümüz vardı ve o akrabalara ulaşılmamıştı. İkindi vakti, çay içilirken akrabalar üzüntü içinde bunu anlatıyorlardı. En riskli olaylarda öne atılmaya alışığım ya, “tarih edin ben giderim” dedim.
O kasvetli hava birdenbire yerini gülmeye bıraktı. Sonra, “yarım saate gidersiniz” diyenler oldu. Onlardan biri, “büyük camiinin orada Koçanıs minibüsüne binersiniz. Koçanıs’ta köylülere yolu sorarsınız, rahatlıkla bulursunuz.” Bu arada Kazım “ben de geleceğim” dedi..
Neyse minibüse bindik. Koçanıs’a vardığımızda daha gün batmamıştı. Köylüler bizi eve götürdüler. Hızlı bir şekilde bal, kaymak, tereyağı, peynir, kaymak ve yoğurttan oluşan bir sofra kuruldu. Sobanın üzerinde pişen çaylar ile birlikte doyasıyla yedik. Ekim ayında yoğun bir kar yağmıştı. Köylüler, “Sulav köyü bu vadinin sonunda ama bu ince elbiselerinizle oraya ulaşmanız imkansız gibi. Yol bilmiyorsunuz, yordam bilmiyorsunuz gece vakti bu mesafeyi bitiremezsiniz. Gece misafirimiz olun sabah namazıyla birlikte gidersiniz!” dediler. Biz ısrar ettik. Birkaç genç bize vadinin başına kadar eşlik etti.
Hızla yola koyulduk. Yerde 30-40 santim kadar kar var. Ve kar yağdıktan sonra hiç kimse oradan geçmemiş. Hava açık, bulutlar kayıplara karışmış. Yürüdüğümüz için soğuk esintinin farkında bile değiliz. Bir an önce ulaşmak istediğimiz köy, sanki giderek bizden uzaklaşıyordu.
Belli bir müddet sonra kurt ulumalarının sesleri gelmeye başladı. Kış olduğunda Van’ın sokaklarına kadar iniyorlardı. Kaç kez şehrin merkezinden öldürülen kurtlara dair haberler duymuştuk. Şimdi yakınlarımızdaydılar.
Gece yarısı olmuştu ama biz henüz köye ulaşamamıştık. Kurt ulumaları kimi zaman uzaktan ve kimi zaman yakınlardan geliyordu. Bize saldırmadıkları müddetçe çevrede başka canlıların olmasından rahatsız değildik. Kazım, endişelerini dillendirmeye çalıştıysa da her defasında dikkatini dağıtmak için ilginç yaşanmışlıklardan bir şeyler anlatıyordum. Yalan değil dilim yorulduğu gibi, bacaklarımı hareket ettiremeyecek kadar yorgundum. Ama, pes etmemiz durumunda ya soğuktan donacağımızın veya kurtlar tarafından keşfedilip telef olmamızın riskinden haberdardım. Amcaoğlunun “of, pof!” etmesine aldırış etmiyordum, kimi zaman oyalayarak, kimi zaman da koluna girip sürükleyerek bilinmeze doğru gidiyorduk. Kurtların ulumasının dışında tek bir ses ve tek bir ışık yoktu ufukta. Yolumuzu şaşırmış olmamız imkansız gibiydi. Çünkü iki dağ arasında uzayıp giden vadinin sonundaydı Sulav köyü…
Artık gerçekten adım atacak halimiz yoktu ama ben amca oğluna hissettirmiyordum. Bir süre bitkin yürüdükten sonra, amca oğlu heykel gibi dikildi ve “abi benden buraya kadar. Artık ben ayağımı kaldıracak halde değilim. Yorgunluk, açlık. Sen git. Benim halim kalmadı.” Onu bırakamazdım ama çaresiz ona kızmaya başladım. Durmamız, ikimizin donması anlamına gelirdi.
Kızarak, biraz da aklıma gelen her olayı anlatarak oyaladım. Yine epeyce yürüdükten sonra, ufukta küçük bir sarı ışık belirmişti. Sevinçle ona kurtulduğumuzu söyledim. Biraz gayrete geldi. Yaklaştıkça ışığın serap değil gerçek olduğunu gördüğümüzde köpek havlamalarını duyar olmuştuk.
O zamanın köpekleri, tek başlarına bir köyü koruyacak kadar güçlüydüler. Köye yaklaştıkça köpeklerin sesi daha fazla arttı.
Van’ın merkezinde büyük bir jeneratör birkaç yetkilinin ve birkaç sokağın aydınlanmasında kullanılıyordu. Köylerde gaz lambaları ve varlıklı olanların evlerinde ise löküz aydınlıkta kullanılırdı. Gördüğümüz gaz lambasıydı.
Köpekler bize doğru geliyorlardı, elimde sadece ince bir çubuk vardı. Aniden uzaklardan bir kapının açılışını içeriden süzen ışıklardan görecek kadar köye yaklaşmıştık.
“Kuro babo hun kine, ji kiderê tên?”
Kazım, “mamo emin. Ez Kazim, kurê Bapîrê Şahbaz!”
“Kuro mergemin wê şeve, hun ji esmani ketin. Hunû ev rêvîngî?” Bu arada köpeklere bağırarak onları susturmuştu.
Yaklaştığımızda amcaoğlu ile o birbirlerini tanımışlardı. Amcaoğlu, “Mame Hecer, bextê Xwudê da az birsada mirim! Ezê niha timam bim…” demeye başladı. Paçalarımızı kardan silkeleyip içeri girdik. Dünyaya yeni gelmiş gibiydik.
Odanın ortasında büyükçe bir soba vardı. Hızlı bir şekilde 2-3 büyük geveni sobaya sıkıştırdı, yaktı. Bir anda soba kızarmaya başladı. Ardından birkaç tezek attı sobaya. Birkaç dakika geçmeden sobanın üstündeki çaydanlık kaynamaya başlamıştı bile. Anında sofra kuruldu ve kahvaltılık ne varsa, tandır ekmeğinin eşliğinde sofraya kondu. Bal, tereyağı, kaymak, yoğurt, otlu peynir. Daha ne istiyoruz! Çay da gelmişti. Biraz yedikten sonra sorguya çekildik. Hecer amca bizi böyle bir yola gönderenlere çok kızgındı. Hikayemizi dinledikten sonra gülümsedi.
Yataklarımız hızla kuruldu uyuduk.
Sabah olunca Hecer amca minibüse doldurabildiği kadar köylüyü bindirerek düğüne yetişmek üzere yola koyulduk. Meğer Kurubaş tarafında toprak yol açıkmış. Eğer o taraftan gelmiş olsak Sulav köyüne daha erken varabileceğimizi anlatıyorlardı. Yolda, düğünden haberdar olmaları durumunda bir iki kişiyi ancak gönderebilecekleri, ancak minibüse doldurdukları köylüleri bizim o zahmetli yolculuğumuzun hatırına yaptıklarını anlatıyorlardı.
Çok erken saatte şehre vardık. Düğün yerine vardığımızda bitkin haldeydik ama inanılmaz bir zafer kazanmış edasıyla ortalıkta dolanıyorduk. Ne yaşadığımızı kim bilebilirdi ki!
26 Ekim 1976 günü Ömer amcaoğlunun düğünü olmuştu ve o şimdi aramazda yok, niceleri gibi. Hacı’nın Susurluk kazasındaki taziyesinden sonra ısrarla beni tutmaya çalışıyordu. Ben uzun zaman olmuştu, çocuklar İstanbul’da ben Van’daydım. Gitmemem için ısrar ediyordu. En sonunda dayanamayıp biletimi kestim ve bu haberi verince en küçük kızını yanına alarak “Gel kızım, Yakup da bizi bırakıp gidiyor” demesi hançer etkisindeydi. İstanbul’a gidip 2 gün sonra bir daha geri dönmek zorunda kalmıştım ama bu kez onun cenazesine. Topluluğa vardığımda şok halindeydim, belki kriz geçiriyordum ama kimse farkında değildi. Sonradan anladım, neden gitmemem için ısrar ettiğini..