1. Şeriati’yi keşfetmek
Benim ve Türkiye’deki İslamcı hareketin önemli simalarından olan bazı arkadaşlarımın Ali Şeriati ile fikren tanışması 1977 yılına rastlar. Biz (Aylık Düşünc, Haftalık Tevhid ve Hicret dergilerini çıkaranlar) İran’da 1977 yılında önemli bir toplumsal ve politik hareketin meydana gelmekte olduğunu ilk fark eden küçük bir gruptuk. Bir şeylerin vuku bulduğunu anlayınca İran’ı yakın takibe aldık. Önce şaşkınlık, ardından belli belirsiz bir merak ve heyecanla devrimi günü gününe takip edip Türkiye’ye aktarmaya çalıştık. Rahmetli Abdübaki Gölpınarlı ile tanışmamız da bu vesileyle oldu, çünkü ancak ondan Şiilik ve İran hakkında sağlıklı bilgi alabiliyorduk. Hüseyin Hatemi hoca ile ben 1970-73 yıllarında Sultanahmet Divanyolu’nda her cumartesi katıldığımız rahmetli Nurettin Topçu’nun sohbetlerinden tanışıyorduk, devrim sayesinde biraz daha yakınlaştık, çünkü o da sağlıklı bilgilere sahipti. Gölpınarlı ve Hatemi’yle tanışmış olmak bizim için büyük şanstı.
O dönemi yaşayan arkadaşlar bilir. Merhum Ali Şeriati’nin kitaplarını 1979’da ilk bizler tercüme edip yayınlamaya başladık. Benim başında olduğum Düşünce Yayınları’nda, “Medeniyet ve Modernizm” (Farsçası Temeddün ve Teceddüt, 1980), “Hac” (1. Bsm. 1980), ”İslam ve Diğer Batı Düşünceleri”, “İslam Sosyolojisi Üzerine” (Şubat-1980), “Kültür ve İdeoloji”, “Ne Yapmalı?” adlı kitapları yayınlandı. Sonra da “Bilinç ve Eşekleştirme (Kamil Atak, Endülüs, 1990)” kitabını müteakip senelerde Türkçeye tercüme edip Endülüs Yayınları arasında çıkardık. Mayıs-2013’te İstanbul’da Ali Şeriati sempozyumuna katılan Puran Hanım eşinin kitaplarının nasıl tercüme edildiklerini bilemediklerini söyledi. Haklı; kitapları Farsça’dan çok İngilizce’den tercüme ediyor, sonra Farsçalarıyla da tahkik ettirmeye çalışıyorduk. Bu konuda Hüseyin Hatemi hocanın bize çok yardımları oldu. Kendisi Farsçaya, İslami tefekküre, İran kültürüne ve İslamî bilgilere hâkim bir hocamızdır.
Biz Şeriati’nin kitaplarının yayıyınına tabii ki devam etmek istiyorduk. Bir yandan Seyyid Kutup, Ebu’l A’la Mevdudi ve Hasan el-Benna’yı, öbür yandan da Şeriati’yi tercüme ediyorduk. Bunun anlamını biraz sonra izah etmeye çalışacağım. Fakat malum 12 Eylül 1980’de Türkiye’de kanlı bir askerî darbe oldu. Şeriati’nin kitaplarına Ağustos 1981 yılında son vermek zorunda kaldık. Tutuklandık, yayınevimiz dağıtıldı. Biz de o 12 Eylül mağdurlarından olduk. Biz o günleri gururla yaşadık. Bana Gayrettepe’de 29 gün yattığım hücrede, yargılandığım Selimiye Kışlası’nda en çok sordukları suallerden biri “Neden Ali Şeriati’yi tercüme ettiniz?” oldu.
İşin doğrusu yayınevine emek veren bazı arkadaşlarım Şeriati’nin kitaplarından rahatsız oldular. Onlar Müslüman Kardeşler çizgisinin dışına çıkılmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Ben ve diğer arkadaşlarım ise her iki İslami mecrada akan nehirlerden yararlanabileceğimizi söylüyorduk, muhtemelen 12 Eylül de olmasaydı yayınevi ya dağılır veya bölünme vuku bulurdu. Halen ben farklı İslami geleneklerden azami derecede yararlanabileceğimizi düşünüyorum, bana göre iki ayrı uçta gözüküyor olsalar bile hem Muhyiddin İbn Arabi’den hem İbn Teymiyye’den istifade edebiliriz. Bugün İslam dünyasının kök bilgi ve kurucu fikrini kurma gibi bir çabamız varsa, geleneğin yelpazesinin tümünü göz önüne almalıyız. Farklı mezhep ve ekoller birer ırmaktır, hepsi sonuçta İslam’ın büyük nehrine akarlar. Bu hiçbir zaman ilkesiz, yöntemsiz bir eklektizim değildir; zengin bir mirası en iktisadi zihniyet ve geliştirici yöntemle kullanma ihtiyacıdır.
Modern zamanlarda İslam’ın altı büyük havzasından söz edilebilir: Arap, Türkiye, İran, Hind yarımkıtası, Malezya-Endonezya ve Batı. Benim okumama göre, 20. yüzyılın İslam havzasının üç sembol ismini zikretmek mümkün. Mısır-Arap havzasında Seyyid Kutup, Hint Yarımkıtası havzasında Ebu’l A’la Mevdudi, İran irfan havzasında Ali Şeriati. Hiç kuşkusuz Şeriati’den başka önemli simalar da var; Murtaza Mutahhari, Seyyid Hüseyin Nasr gibi… Ama konumuz Ali Şeriati. Malezya-Endonezya hattında Nakibu’l Attas önemli bir isim; daha gerilere gidersek Hind yarımkıtasında Muhammet İkbal, Nedviler vd. var. Batı-İslam hazasında ise Aliya İzzetbegoviç, Rene Guenon, Muhammed Esed vb. başka isimler var.
Türkiye’de son senelerde güzel bir gelenek ihdas edildi. “Gelenek ihdas edilir mi?” diye sormak mümkün. Ediliyor demek ki. Biz buna “Bid’at-i hasene” deriz. Bu da güzel bir şey. Seyyid Kutup ve Hasan el-Benna ile ilgili sempozyumlar oldu. Yakınlarda vefaat eden Muhammed Hamidullah (1908-2002) hocayı konu alan iyi bir sempozyum yapıldı, ama maalesef tebliğler doğru dürüst kaydedilmediğinden konuşmalar havaya uçtu. Hamidullah hocanın çokça üzerinde çalıştığım tebliğ notlarını da bu son yaşadığımız hengamede kaybetmiş bulunuyorum. Benim dileğim Mevdudi’nin ve diğer şahsiyetlerin de bir sempozyuma konu olması. İnşallah olur. Bir dileğim daha var: Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin kitaplarının yeniden tercüme edilmesi. Bu önemli. Hem Türkçe, hem de bu zatların fikirlerinin doğru dürüst aktarılması açısından, eski tercümeler pek iyi değil.
Ben Cemil Meriç merhumu ara sıra ziyaret eder, sohbetlerini dinler, bazan da kitap okurdum. Ona Şeriati’den bahsediyordum, başlangıçta pek umursamıyordu. Sonra Şeriati’yle ilgilenmeye başladı, bir gün şöyle dedi: “Evladım, ben bir Ali Şeriati olmak isterdim.”
Cemil Meriç, neden Ali Şeriati olmak istiyordu?
Aslında Cemil Meriç ile Ali Şeriati arasında “bazı” benzerlikler kurulabilir. Cümlede Arapça bir kelime kullandık: “tab’iz”den “bazı”. Küçük, bir parça benzerlik söz konusu. İkisi de Fransızca biliyordu. Batı’yı tanıyorlardı, Batı’da tahsil görmüşlerdi. Fakat Şeriati’nin Cemil Meriç’e göre bir fazlası vardı. İslam’ı iyi biliyordu, İslam tarihine ve İslami tefekküre hakimdi, İslamiyet’e inanıyordu ve Batı’ya, sömürgeciliğe dinin içinden bakıp eleştiriyordu. Cemil Meriç’te bu özellikler yoktu; Batı ve Hint üzerinden İslam’a gelmişti. Jean Paul Sartre, Şeriati ile akşamdan sabaha kadar konuşabiliyordu. Sabah’a doğru Sartre’ın Şeriati’ye söylediği şuydu: “Eğer bir dine inanacak olsaydım, senin seçtiğin dine inanırdım.” Ama Jean Paul Sartre, Cemil Meriç’le oturup konuşmazdı. Çünkü Cemil Meriç Batı’ya Batı içinden bakıyor, eleştirisini de Batı paradigması içinden yapıyordu. Batı karşısına dini, İslam’ın zengin tarihi mirasını ve evrensel mesajını değil, Osmanlı merkezli tarihi ve kültürü çıkarıyordu. Çok geç zamanda Cemil Meriç -Allah rahmet eylesin- “umran” ile “uygarlık”ın, “kültür” ile “irfan”ın arasını ayırdı. Ama Ali Şeriati ilk günden bunun farkındaydı. Eminim daha uzun yaşasaydı, yolculuğunu İslam’ın kalbine doğru yapacaktı. Nitekim Şeriati konusunda fikir değiştirdiği gibi Said Nursi konusunda da yüzseksen derece fikir değiştirdi.
Şuradan buraya gelmek istiyorum: Türkiyeli aydınların Cemil Meriç örneği üzerinden İslamın evrenini anlamaya kalkışmaları çok hatalı. Bu fikir mücadelesinin samimi evladının en büyük eksiği üçüncü ayağının olmamasıdır. Bu ayak aslında merkez sütundur. Belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin ağırlıklı kısmı itibariyle İslamcı aydını ve neredeyse tamamıyla muhafazakar-dindar aydının ulaşabileceği ufuk çizgisi Cemil Meriç olabilir ancak. Bu açıdan Ali Şeriati-Cemil Meriç karşılaştırması yabana atılır gibi değil.
2. Ali Şeriati ve Seyyid Kutup
Ali Şeriati’nin beslenme kaynaklarına göz attığımız zaman üç önemli mecradan beslendiğini tespit ediyoruz. Batı: Nietzsche, J. Paul Sartre, Maeterlinck, Camus, Massignon, Fanon, Marks, Lenin, Aleks Carrel, Freud, Aron, Paskal, Simon de Breauvoir vd. Martinikli Franz Fanon onun yakın dostudur. Doğu: Buda, Konfüçyüs, Mazdek, Gandi ve Che Guevera.
Özellikle Che Guevera’yı Doğu mecrasına yerleştirdim. Her ne kadar Marksist bir gelenek içerisinde ortaya çıkmışsa da aslında Guevera İspanyol kültürü üzerinden Arap şiir geleneğini devrime aktarmış önemli bir devrimcidir. Bu konuyu 1973’te Şili’de Pinoşet’in Salvador Allende’ye karşı giriştiği askeri darbe günlerinde bir yazıda ele almıştım. Guevera’nın hitabelerinde Ferezdak’ın çölde dört nala koşan safkan Arap atının temposunu yakalamak mümkün. Diğer Marxist devrimcilerden farklı olarak Guevera devrimi, ahlakî ve ruhî bir arınma cehdi olarak tanımlar. Bu elbette İslamî bir temadır. Guevera, bu etkiyi 950 sene İslam’ın yüksek medeniyet kurduğu İspanyol edebiyatı ve kültür mirası üzerinden almıştı. Söz konusu ahlaki ve manevi arınma temasını Ali Şeriati’de de tespit etmek mümkün. Ama Ali Şeriati’nin diğerlerinden ve muhafazakar aydınlardan önemli farkı var.
Aydınlar yukarıda saydığım Batılı entelekküelleri takip ederler, ama Batı’yı iyi bildikleri söylenemez. Tanzimatt’tan bu yana romen, şiir ve edebiyat üzerinden Batı ile temas kurulduğundan Batı’ya ilişkin zihni tutumları hayranlık ve nefret şeklinde gelişir. Zamirde hayranlık duyarlar, zahirde nefret ederler. Modern Türkiye’nin aydını solcusu, sağcısı ve dindar muhafazkarıyla Doğu’yu tanımaz. Sağcı muhafazakar aydın Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir metre ilerisine geçebilmiş değil. Rahmetli Cemil Meriç muhafzakar dindar aydının ideal çizgisidir. Fikri ve kültürel zemini olmayan siyasi ve ekonomik iktidarın popülist taşıyıcısı bu aydın Cemil Meriç’e hangi dürtülerle sarılıyorsa şimdi Kemal Tahir’e, bir miktar İdris Küçükömer’e de aynı dürtülerle sarılma ihtiyacını hissediyor. Şeriati, Batı yanında Doğulu referanslara hakimdir. Dahası ve hepsinden önemlisi Kur’an’ı iyi bilir, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanır, ona derin bir bağlılık ve hayranlık duyar. İşte tam da bu onun üçüncü beslenme kaynağı ve entelektüel gücüdür, belki de ilk-birinci kaynağı sayılır. Kendi dini kaynakları ve tarihi konusunda en ufak bir kompleks duymaz, söz konusu özgüven S. Hüseyin Nasr da fazlasıyla mevcut. Batılılardan özür dilemek, İslami değerleri onların zihinlerine yaklaştırmak ve yakınlaştırmak Şeriati’nin aklından geçmez. Muhafazakar Türk aydını gibi geçmişi de yüceltmez. Yeri gelince Safevileri acımasızca eleştirir.
Hz. Ali onun idolüdür. Celaleddin Rumî’yi tabii ki ana dili Farsçadan okur, ezbere bilir. Gazali ve Mevlana’dan beslenen Muhammed İkbal’i iyi tanır, konuşmalarında ona göndermelerde bulunur ve onu sever. Cemaleddin Efganî’yi, Gazalî’yi, İbn Arabî’yi, Molla Sadra’yı, İbn Sina ve Suhreverdi Maktul’ü aileden, babasından öğrenmiş, özümsemiştir. İşte bizim aydının bilemediği, bir türlü içine girmeyi başaramadığı mecra budur. Türkiyeli aydın dünyaya, kendi toplumuna bir “aydın gözü”yle bakar sadece. 200 yıllık batılılaşma macerası onu Batı karşısında edilgen kılmıştır, diğer Müslüman irfan havzalarından kendini farklılaştırarak Batılılara “Ben onlardan daha çok size yakınım, Batı ile Doğu arasında köprü olacağım, İslam ile Batılı değerleri sentezleyeceğim” diyerek ayırır. Türkiyeli muhafzakar aydın eski Osmanlı hayaliyle yaşar, yaşanmış hayatları diriltmeyi düşler; İslam dünyası üzerinde modern yani “Neo Osmanlıcı hegemonya” kurmayı ümid eder. Oysa ümmetin ruhuna inanan Müslüman bir müteffekkir başka müslüman havzalar üzerinde askeri ve politik tahakküm ile kültürel hegemonya kurma hayali kuramaz. Müslüman mütefekkirin başta takvası olmalı, takva ile kendi topulumunu, İslam aleminin sorunlarını içselleştirmeli, derdiyle dertlenmeli.
İslam dünyasının üç havzasından ve üç sembol isminden bahsetmek mümkün demiştim:
1) Arap-Mısır-Seyyid Kutup.
2) Hind yarımkıtası-Mevdudi.
3) İran-Ali Şeriati.
Şeriati’nin İslam düşüncesi ve modern dünyaya ilişkin iddia ve davası Türkiye, Mısır, İran, Arap ve Hind yarımkıtasındaki İslami düşünce va gündemlerden farklı değildir. Aksine akide aynı. Sünnilik ve Şiilik; Türklük, Araplık, Kürtlük, Hindu, Peştu veya Fars olmaklık önemli değildir. Üslup ve tarihsel retorik farklılıklar göstermektedir. Bu da esasla ilgili mesele değildir. Dert ve acılar bir, feryad ve ezgiler farklı.
Seyyid Kutup’la Şeriati arasında da bazı benzerlikler kurulabilir. Her ikisi Batı’da tahsil görmüşlerdir, sosyoloji okumuşlardır, İslami kaynaklara ve İslam tarihine vukufiyetleri var. Şeriati’nin modern Batı’ya ilişkin mektesebatı Kutub’unkinden daha şümullu ama Seyyid Kutub’un İslami ilimlere vukufiyeti Şeriati’ninkinden daha zengin; zira tefsir (Fi zilali’l Kur’an) yazabilecek kadar yetkin.
Adına düzenlenen sempozyumda “Seyyid Kutup ve muhayyilesi” başlıklı tebliği bu sitede bulmak mümkün. (Ayrıca son zamanlarda Seyyid Kutup’la ilgili Alev Erkilet ile Halil İbrahim Yenigün’le yapılmış konuşmalar okunmya değer.)
Seyyid Kutub’un bir muhayyilesi vardı ama “hayalci-ütopik” değildi. Bütün sosyo-politik öğretiler başlangıçta bir muhayyilenin ürünü olarak sahneye çıkarlar, sonra reel dünyaya uyarlanırlar. Zihni ve sosyo-ekonomik hayat konforlarını bozmak istemeyenler -biraz da istismar formlarını öne sürerek- sadece Kutub’un değil İslamcılığın dahi bir ütopya olduğunu iddia ediyorlar.Muhayyile kendi başına varolana bir muhalefet çeşididir. Bu elbette Seyyid Kutub’un düşünce ve önerilerinin tümünün revize edilmeye, eleştiriye açık olmadığı anlamına gelmez. Tespit ve görüşlerinin bir miktar revize açık bir müslüman alim ve mütefekkirin olması ya da İslam ve İslamcılığın birileri tarafından yanlış okunması veya istismar edilmesi, İslamcılığın miadını doldurduğu iddiasının gerekçesi olamaz; İslam miadını doldurursa İslamcılık da miadını doldurur. Ama bu asla olmayacak.
Seyyid Kutup İslam’ı bir hayat düzeni, bir nizam olarak algılar ve yeni bir devlet, yeni bir toplum inşa etme mücadelesi içinde yer alır. Seyyid Kutub’un analizlerine konu olan Mısır sömürgedir. Ulü’lemr sömürgede artık Müslüman değil, sömürge valileri veya komiserlerdir. Bu Müslüman zihnin tarihsel hafızasında, kolektif şuurunda var olan, Türk aydının ruhunda kökleşmiş bulunan, sökmesi, atması çok zor olan “devlet ebedmüddet” fikrini kırılmaya uğratan önemli bir faktördür. Seyyid Kutub’un ve Arap entelektüellerinin modern şuurunda “devlet ebedmüddet” fikri yoktur. Çünkü sömürge oldular ve sömürge valileri, sömürge komiserleri artık ulü’lemr değildi.
Sömürgelik olgusu, “kahırdan lütuf doğar” dendiği gibi bir sonuç ortaya çıkardı. Bunu bariz bir biçimde Kutup’ta görebiliyoruz. Seyyid Kutub’a göre toplum “cahiliye” içinde yüzmektedir. Modern tanımıyla toplum bilgi temelinde inşa edilir, bilimsel yöntem, bilimsel verilerle ayakta durur. Bilgi-toplum ilişkisini pozitivizm tesis etmiştir: Modern toplumun düsturu “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Burada sözü edilen “Peygamberin varisleri olan ulema”nın ürettiği ilim değil, bilimsel yöntemle ve aklın rehberliğinde tabiattan elde edilen bilgiyle ve fakat ulus devletin yukarıdan empoze ettiği formasyona göre bir “toplum”un inşaıdır. Bu açıdan Türkçe’ye özgü olarak “medeniyet ile uygarlık”, ilim ile bilim”, şehir ile kent” arasında ince ayırımlar yapmak icap ettiği gibi belki de “cemiyet ile toplum” arasında da -geçici olsa bile- ayırım yapmak lazım. Kutup, toplumsal inşada kullanılan harcın cahiliye olduğunu söyler. Kur’an’ın tarif ettiği “cahil ve cahiliye” bilgisizlik değildir. Cahil, bile bile inkarı, günahı, isyanı, adaletsizliği, ahlaksızlığı savunan, yaşayan ve kurumsallaştıran kişidir. Ebu Cehil döneminin en bilgili kişisi, aydınıydı. Tabii ki bir taş yığınına, putlara tapacak kadar ahmak değildi. Ama hakikate rağmen kabile taassubunu aşamadığı için “Neden bir olan Allah bizim kabileden bir peygamber göndermedi?” diye isyan ettiği için Ebu Cehil (cehaletin/vahiliyenin babası) oldu. Ebu Cehil, Hz. Peygamber (s.a.)’in köle ile efendiyi dinde eşitlemesini de bir türlü hazmedemeyiordu. İsrailoğulları da vahiy gerçeğine inandıkları halde Cebrail’e yanlış adama vahy getirdi diye -Ebu Cehil gibi- buğzediyorlar, yeni dinin onları diğer kavimlerle eşitlemesini kabul etmiyorlardı; çünkü onlar “kitap”lı, Araplar “ümmi”ydi.
Seyyid Kutub’un cahiliye tanımı buna dayanıyordu. Ali Şeriati aynı zihni olguyu başka terim ve kavramsallaştırmalarla karşılamaya çalışıyordu. Ona gore “dine karşı din” böyle bir şeydi. Şeriati’nin “karşı-din”i Seyyid Kutub’un “cahiliye”sine karşılıktı. Ona göre “tevhid” şirk kılığına bürünmüş, ilahi mesaj tersine dönmüştü.
Muhafazakar-dindar aydının algı evreni “devlet-merkezli”dir ve söz konusu vasfa sahip olan devlet “hikmet-i hükümet” yapar. Bu aydın şöyle düşünür: “Devletin kendi ontolojisinden neş’et eden tabii refleksleri vardır. Bu özelliği dolayısıyla devlet her ne yaparsa kendi varlık yapısının gereğini yapar. İslamcı mücadele, varsa eğer böyle bir varlık yapısını ortadan kaldırma değil, sahiplenme, ele geçirme hedefine matuf olmalıdır.” Zihni çabası iktidara endekslenmiş aydın hükümet-i hikmet yapan devleti prensipte eleştirir, ama tolere eder ve iktidar olduğunda vargücüyle sahiplenir de. Bu zihni tutum aslında iktidar seçkinleri üzerinden toplumun kendi kendini sömürgeleştirmesine de kapı aralar. Çünkü “İslamcı gelenek”ten çıkıp “muhafazakar kimlik”e geçiş yapan aydın devlet, iktidar ve siyasete ilişkin kültürel tez ve malzemelerini başka kaynaklardan tedarik ettiği için, kendisine ait olmayan bilgi ve siyaset algısı onu kendi evreninde sömürge aydını kılar. Bu yüzden aydın, devlete karşı muhalefette iken bile devletin kutsallığını sorgulamış değildir. İktidarı eleştirmişse “yanlış eller”de olduğu için eleştirimiştir; eline geçtiği zaman her şey düzelir. Yapısını sorgulamadan eğri bir cetvel gibi eline aldığında, ilahî sünnete aykırı olarak bu eğri cetvelden dümdüz bir çizgi çıkaracağını iddia eder. Oysa bu cetvel Hz. Ömer’in elinde de olsa, eğri olduğu için eğri çizgi çıkacaktır. “Yüzyıllık mücadelenin emecğ bu muydu?” diye sorulduğunda “Na’palım en iyisi değil bu, ama daha kötüsünden iyidir; Muaviye’den bu yana ne zaman iyi oldu ki?” der, vicdanını rahatlatmaya çalışır. Nihayetinde demokrasinin kendisine indirgendiği “halk desteği” de atıfta bulunmayı ihmal etmez.
İmam Humeyni ve Ali Şeriati halka güveniyordu, iki metre mesafeden hastanede dinlediğim İmam Humeyni “halka gidin” diyordu. Bu çağrı, halkın yozlaşmış değerlerini iktidara gelirken birer demokratik araç veya manivela kullanmayı hedefleyen pragmatizm değildi. Onlar toplumun devrim yaparken kendini arındıran suda yıkanacağını ve yeni değerleri inşa edebileceğini düşünüyorlar, bu yüzden gücü toplumda arıyorlardı. Demek ki ahlaki değerlere sahip olan ve adalet arayan halka gidildiği zaman halk işe yarar. Kirli suyla yıkanan beden temizlenmediği gibi ahlaksızlığı, zulmü ve oportünizmi “ahlak edinmiş halk” bir süre sonra tehlikeli güruha dönüşür; Hz. Peygamber bir duasında bu evsaftaki “halk güruhu”ndan Allah’a sığınmıştır. Muhafazakar aydının zihninde toplum, “millî değerleri”n kaynağıdır. İhmal ettiği hakikat, “milli/ulusal” olan şey topluma ait değil, devlete aittir. Devletin değer yüklediği halk-toplum kendisi toplumsallaşmış/kitleselleşmiş ejderha olur ve bir bakarsınız ki, sokaktaki insan gönüllü olarak istibdadın sivil-gönüllü jandarması olur. Hem baskıcı rejimlerde en rahat ulaşılabilir “demokratik kriter” halkın desteğidir; Ortadoğu rejimlerinde liderler her seçimde yüzde 90-95 oy alırlar.
Muhafazakar aydının önde gelen kaygılarından biri “devleti milletle barıştırmak”tır; fakat unuttuğu bir gerçek var: Millet bir inşadır, milleti inşa eden devlettir. Ordusunun başında Roma’ya girdiğinde Mussolini şöyle demişti: “Ordumuz zaferi kazandı; şimdi bir devlete ihtiyacımız var, devlet de ulusu/milleti var edecektir.” Kemalizmin bu şaşmaz hedefi Milli Görüş’ten Nur cemaatlerine, sağcı-muhafazakar kesimlerden radikal İslamcı gruplara kadar köklü bir eğilim olarak dindarların bilinçaltında yerleşmiş bulunmaktadır.
3. Şeriati, tarih ve mezhep
İran’la mukayese ettiğimizde Şeriati hemen hemen herşeye farklı bir pencereden bakar. Çünkü o farklı bir geleneğin içinden beslenir. Şeriati’nin İslam’ı tarihe dönük değildir. Bir keresinde Hamid Algar “Türk müslümanlığı tarihe dönüktür, bir türlü günümüze gelemiyor” demişti. A. Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal’e duyulan hayranlık, maziye yapılan atıflar şifa bulmaz bir tahassürün dışa vurumudur. Şeriati tarihte şanlı geçmiş aramaz, atalarını yüceltmez. Şeriati’nin tarih bilinci ezilenlerin etrafında şekillenmiştir. Ezilenleri merkeze alır ve tarihi ona göre sorgular. Şeriati Şah İsmali’i haklı bulmaz, Çaldıran hadisesinde Yavuz’a karşı onu her ne olursa olsun haklı çıkarma çabasına girişmez; Türk Müslüman aydını Yavuz’u bin dereden su getirerek savunur, hatta “Müslüman başka Müslümanın toprağını fethetmez” ilkesini göz ardı ederek Osmanlı’nın İran ve Arap alemine doğru yayılmasını Avrupa ile aynı kategoriye koyup “fetih” diye nitelendirir. Osmanlı-Safevi savaşının “İ’lay-ı kelimetüllah” için değil “cihan hakimiyeti” için yapıldığını, bu savaşlarda onbinlerce insanın niçin na-hak yere öldüğünü, hangi meşru sebeple onbinlerce kadının dul, çocuğun yetim kaldığını sorgulamaz. Oysa Kanuni Süleyman samimi itirafta bulunmuş, “davlarının cihangirlik davası” olduğunu söylemişti. İran, Suriye ve Mısır seferlerini “fetih” gören modern Müslüman zihin, bugün Neo Osmanlılığı da meşru ve zorunlu görür. Batılı uluslar arası kuramlardan devşirdiği “yapısalcılık”ı kullanarak Türkiye’yi “tarihi ve coğrafyası”nın bizzarure Ortadoğu’ya yönelttiğini öne sürer. “Tarih ve coğrafya kaderdir” deyip zamana ve mekana uluhiyet atfeder. Geç kalmış ve modası geçmiş eski sömürge heveslisi olarak aslında yaptığı, kendi yayılmacı emellerine tarihten ve tabiattan meşruiyet araçları tedarik etmektir. Böylelikle tarihe ve coğrafyaya kader misyonu yükler; oysa tarih ve coğrafya, eğer Allah’ın ve insanın iradelerinden kopuk yönlendirici etkilerinden söz edilecek olursa, buradan tabiat gibi “kör bir kuvvet” doğar. Tarih ve coğrafyanın yönlendirici etkisi –eğer cümle edebi değilse- İslam akidesi açısından tam bir hurafe, batıl bir inançtır. İbn Haldun coğrafyayı “etkileyici faktör” değil de “belirleyici faktör” olarak görmüşse büyük yanılgı içinde olmuştur. Gök cisimlerine, yıldızlara ve burçlara belirleyicilik yüklenemiyorsa, gezegenimizin coğrafyasının bir parçasına da belirleyicik rolü yüklenemez, bu çoğu zaman farkına varılmadan arkasından “uluhiyete iştirak” fikrini beraberinde getirir.
Ali Şeriati müslümanları derin/dogmatik uykularından uyandırıp ayağa kaldırmak istemektedir. Bir keresinde Mehmet Akif, Fatih Camiinde vaaz verirken uyuyan cemaate “Uyan ey Müslüman beş yüz senedir uyuyorsun” diye bağırır. Akif gibi Şeriati de ahlakî bakımdan doğru taraftadır. İktidar bakımından ise yanlış bir tarafta durmaktadır, Şah’ı, monarşisini, despot yönetimini, soygun düzenini karşısına almıştır. Şeriati bilerek ve bilincini kullanarak dezavantaj olanı seçer, kendine ait olmayan, sorgulamadığı, İslam’ın marufu emir ve münkeri nehyi ile, adaletiyle sorgulamadığı bir iktidara yamanmaya tenezzül etmez; bu uğurda hapsi, sürgünü göze alır, nihayetinde bedelini hayatıyla öder de.
Eleştiriyi kendi halkının inanç ve amel referansı olan Şia’yı da içine alacak şekilde genişletir. Onun “Ali Şiası ile Safevi Şiası” ayrımı bu açıdan önemlidir. Türkiye’nin İslamcı geleneğinde “Sünnî mezhepçiliği” –Sünni geleneği değil- eleştirecek bir Ali Şeriati henüz çıkmadı. Türkiye’de çok az Müslüman, Sünnî siyaset ve siyaset pratiğini yüksek sesle eleştirme cesaretini gösterebilir veya Osmanlı Sünniliğini sorgulayabilir. Neden tarihte ilkeyi pragmatizmin, güvenliği adaletin gerisine attık da “gelene ağam, gidene paşam” dedik? Çünkü 11. yüzyıldan beri devletin resmî görüşü olarak Sünnilik, Müslüman aydınının da siyaset görüşünü temellendirip besler. Hakikat-i halde muhafazakar-dindar aydın, bir şemsiye kavram olarak Sünniliği de doğru dürüst anlamış veya benimsemiş değildir. Yerine göre aşırılıkları dolayısıyla Şiiliği, Hariciliği, Vehhabiliği yerden yere vurur; Sünni siyasetin barışçılığından, uyumundan, temkininden söz eder, ama “ülke-devlet-milli çıkar ve stratejik hesaplar” söz konusu olduğunda hepsini unutur, onbinlerin hayatı pahasına savaşları yüceltir.
4. Şeriati’nin nakısaları
Seyyid Kutup gibi Ali Şeriati’nin da ana vurgusu “bilinç”tir. Bizde bilincin öncelikli olduğunun farkına varan Atasoy Müftüoğlu olmuştur. Ama Müftüoğlu bilgiye ve bilgeliğe -bilince merkezi ehemmiyet atfettiği için olmalı- yeterince vurgu yapmayı ihmal eder. Postmodern kaos söz konusu olduğunda bilgi, bilinç ve bilgelik önemlidir ve kesintisiz bu sıralamayı takip etme zarureti vardır. Bilgi malumat olup somut birikimdir. Bilinç bilginin özel bir niyet ve maksat gözetilerek yeni bir işleme tabi tutulmasıdır. Bilgelik ise, bilginin irfan ve hikmete dönüşmüş muhtevası ve formudur.
Şeriati hiç şüphesiz zengin bir bilgi birikimine sahiptir. İslamî ilimlerden haberdardır. İslam tarihini bilir. Batılı bilginin kaynaklarına vakıftır, oryantalizmin tuzaklarının farkındadır. İki dünyanın karşılıklı muhasebesinden İslam dünyası ve ezilenler lehine bir bilinç geliştirir. Batılı modern insanın acısına, krizine, trajedisine, yabancılaşmasına aldırışsız değildir. Ama onun derdi davası Müslüman dünya ve ezilenlerdir. Şeriati bilimsel yönteme, akademizme prim vermez; bu yöntemin içeriği, mesajı nasıl tahrifata uğrattığını iyi bilir.
Ali Şeriati’nin bilinç merkezli söylemi yer yer Marksizmden derin etkiler almıştır. Bunda hiç kuşku yok. Bu onun nakısası mıdır acaba? Duruma göre “hayır”, duruma göre “evet”.
Aslında eğer bir Müslüman kök-bilgisini, kurucu-fikrini inşa eden akidesinin farkındaysa ve öz güveni varsa diğer bütün paradigmaları bir parametre hükmünde kullanır. Diğer paradgimalara karşı hem özgürleşir hem onları araçsallaştırabilir. Bu yerine göre nakısa değildir. Ama yerine göre de bir dezavantaj olup nakısa hükmüne geçer. Tarihi ve sahabe dönemini yanlı yorumlayıp resmetmeye kadar vardırabilir bunu Ali Şeriati. Çünkü tarihe bakışı bir bilinç çıkarma olduğundan yer yer tarihi de araçsallaştırır. İşte bu da salt bilinci merkeze alıp tarih okumanın sakıncalarından birini öne çıkarır. Şeriati bir tarih felsefesine sahiptir, bazan bir tarihçi edasıyla konuşur; bu yönüyle ciltler dolusu tarih yazıp da tarih felsefesinden haberi olmayan müslüman tarihçilerle onu aynı kefeye koymamak lazım.
Şeriati, mezhebin bazı unsurlarına semantik müdahalelerde bulunma hakkını kendinde görür. Sanki asıl gayesi vicdanları uyandırmak ve halkı ayaklandırmak olduğundan dini ve mezhebi de araçsallaştırmayı göze alabilir. Bilinç uğruna tarihe ve tarihsel kişiliklere de benzer bir projeksiyon tutabilir. Adeta tarihi ve tarihsel kişilikleri yeniden inşa ve icat eder. Yer yer mitolojileştirir ve yüceltir. Ali Şeriati’nin resmettiği Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer aslında tarihte yaşamış olan Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer değildirler. Bu yüzyıla gerekli olan ve onun resimlerini yaptığı Hz. Ali, Fatıma, Hüseyin, Ebuzer’dir. Şeriati’nin bu çerçevede yaptığı, kendi başına ve “salt bilinç”ten hareket etmenin mahzurlarına işaret eder.
Ali Şeriati’nin coşkulu bir tabiatı vardır. Coşku zaman zaman duygu seline dönüşebilir. Bu kendi mecrasını taşmadıkça, güzeldir; ama coşkulu tabiatta çoğu zaman tefekkür geri plana çekilebilir. Ve coşku tsunamiye dönüştüğünde her şeyi önüne katar götürür. Böyle durumlarda şiirsel dil ve retorik öne çıkar. Bu yönüyle Türkiye İslam’ıyla benzeşir. Türkiye İslam’ının ana teması retoriktir. Nur cemaatlerinin neredeyse tamamı retorik üzerine oturur. Aslında Said Nursi’de derin bir tefekkür vardır. Fakat Nur cemaatlerinde bu tefekkürün izlerine rastlamak neredeyse mümkün değildir. Milli Görüş geleneği de retorik üzerine oturur, öylesine işlenmeye muhtaç bir siyasi dile sahip ki, bu dilin varacağı yer kelimeler açısından lal birinin siyaseti ve kitleleri beden diliyle dilsizleştirmesine kadar gider. Radikal-bağımsız grupların önemli bir bölümü de soldan ve Marxim’den ödünç aldıkları Sovyetik dil, propaganda ve aktivizmin derin etkisinde sürekli tepki ve hareket halinde kaldıkları sürece yaşayabilir. Söz konusu grupların dilinde de dikkate değer bir derinlik söz konusu değildir. Sakin düşünebilme mizacına sahip kişiler de şair üstadların duygu ve hayal deryalarında yüzüp durmaktadırlar. Kısaca Türkiye’de coşkuyu, duyguyu esas alan retorik üzerinden bir hareket yürütülür ve bu Türkiye İslam’ının da İslamcılığının da şairane bir düzeyde hapsolmasına sebebiyet verir. Bu yüzden Türkiye İslamcılığı, şairliğe, romancılığa, tahkiyeye pek heveskârdır. Türkiye İslamı ve İslamcılığı bilgi ve tefekkürü öne almadıkça şiir ve batının kopyası romanlarla coşku üzerinden gitmeye devam edecektir. Şairlerin ve romancıların zihinler üzerinde kurdukları blokaj, bilgi ve tefekkürün kapılarını sımsıkı kapatır. Bu bir Tanzimat hastalığıdır. Tanzimat’tan başlayarak aydınlar, Batı’nın sanat ve edebiyatını tercüme ettiklerinden Batı’nın bilgi, tefekkür ve felsefesine itibar etmediler. Oysa Abbasiler Yunan’dan sanat ve edebiyat değil, bilim ve felsefe kitapları çevirmeyi esas almışlardı.
Öne çıkmış coşku, şiirimsi retorik zaman zaman entelektüel şatahatlara sebebiyet verebilir. Şeriati’nin yer yer Hz. Muhammed (s.a.) ve sahabilerden söz ederken bizi rahatsız eden teşbihleri, analoji ve yakıştırmaları bu türden entelektüel şatahatlardır. Şeriati “ulema” zümresinden değildir, Şayegan, Celal Ali Ahmet veya Beni Sadr gibi aydın da değildir; kelimenin gerçek manasında bir entelektüeldir. Bazan o da şiirsel bir dil kullanır; Mısır’da piramitlerin önünde oturup üç bin sene önce tonlarca taşın altında ölen kölelerle konuştuğunda, çölün ürperti ve haşyet veren boşluğunu, derinliğini anlattığı “Kevir“de ya da İsmail’i kurban etme sınavı içinden geçen İbrahim aleyhisselamın ruhunu istila eden, kasıp kavuran teslimiyet ile tereddüt, Kierkegaard’ın derinliğine işlediği “korku ve titreyişi”ni anlattığında şiir dilini kullanır. Bu dil onu sahabeler hakkında şatahatlar yapmaya sevkeder. Elbette Şeriati söyledi diye bizce şatahatları hakikat değeri taşımaz, bunları birer nakısa olarak bir kenara bırakabiliriz.
5. Şeriati, İmam Humeyni ve ulema
Şeriati, Humeyni ve ulema arasındaki ilişki bizim için önemlidir. Hiç şüphesiz ki yakın tarihin en büyük üç devriminden biri olan İran İslam Devrimi’nin tartışmasız lideri İmam Humeyni’dir (Allah rahmet etsin). Devrimin arkasında Şia’nın devletten kopuk mezhep geleneği, Safavilerden sonra ulemanın özerkleşmesi, 19. yüzyılda Ahbarîlere karşı Usulîlerin kazandığı entelektüel ve kelamî zafer, haricî düşmana karşı mübariz (mücahid ve mücadeleci) ulema geleneği, mali özerkliğin kaynağı Humus’un Ayetullah Burucerdi tarafından merkezileştirilmesi ve anti Amerikancı ve anti Siyonist Muhammed Musaddık hareketinin politik bilinci vardır. 15 Hordad 1964’de ayaklanma başladığında -ki 15 bin insan hayatını kaybetmişti- İmam Humeyni yeni bir değerlendirme yaptı. Anladı ki yerleşik zihniyet ve geleneksel (aslında gelenekçi) din algısıyla toplumu, halkı ayağa kaldırmak mümkün olmayacaktı.
Bu çereçevede İmam Humeyni Şia tarihinde aslında Sünnîlerin de ana inanç esasları arasında yer tutmuş bulunan “Mehdi inancı”yla ilgili son derece önemli bir içtihat yaptı. İmam Humeyni’nin içtihadına göre zulmün, baskının, yoksulluğun gelişmesi Mehdi’yi getirmez. Aksine Mehdi hazretleri bir gül bahçesine gelmeli, İslam adaletinin tesis edildiği bir toprakta zuhur etmelidir. Adalet ise ancak İslam cumhuriyetini kurmakla mümkündür. Aksi halde süren zulüm, baskı, yoksulluk ve cehalet daha uzun süre bizi Mehdi’nin gelişinden uzaklara atacaktır.
Söz konusu vetirede Ali Şeriati’nin oynadığı önemli bir rol var. Ali Şeriati Aydınlanma’nın ve İslam’ın bilgi ve tefekkür kaynaklarına göndermelerde bulunarak İran’ın laik-liberal, solcu ve İran-Fars milliyetçisi aydınlarını susturdu. Yani İslam’ın entelektüel, düşünce ve irfan gücünü çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Maalesef diğer havza İslamcıları benzer bir performansı gösteremediler. Gösteremedikleri gibi önemli bir bölümü kendileri liberalleşip sekülerleşti, önlerine siyasi iktidar çerçevesinde konan liberal iktisat ve sosyal politikaların, feminist projelerin teknisyenleri rolünü üstlendiler. İslamiyet’i de bireysel haklar ve liberal bir çerçeveden okumaya başladılar. Ali Şeriati laik ve liberal aydınlara karşı İslam’ın entelektüel üstünlüğünü ortaya çıkardı.
Kolayca milli çıkar ve devlet endeksli politikalara sahip çıkan İslamcıların İran’a kızgınlıkları, İran’ın hala bir İslam cumhuriyeti vasfını muhafaza etmesi, küresel sisteme meydan okuması, İsrail’in bölgedeki tekelini kırmak istemesi ve küresel ekonomiyle entegre olmamak için direnmesidir. Bu apaçık hakikat, küresel sistemin alt sistemi olmayı benimseyen dünün İslamcılarını utandırıyor, ama İran’ın herkesçe açık hatalı ve yanlış politikalarını, yönetimdeki bazı mezhepçilerin tutumunu öne çıkarıp, kendilerinin de rejiminin esası dinin özünü-muhtevasını dışarı çıkaran sisteme dört elle sarılmalarına birtür cevaz bulabiliyorlar. İran’ın milliyetçileri veya mezhepçileri varsa –ki elbette vardır-, bizim de millici-milliyetçi veya mezhepçi olmamızı gerektirmez. Ali Şeriati bunu hep eleştiri konusu yapmıştır. Türkiye’nin eski dindarları-bugünün muhafazakarları zımnen İran ve Suudi Arabistan’a Batı’dan gelen aşağılayıcı eleştirileri memnuniyetle karşılamakta, bu arada kendi müslümanlıklarının bu iki ülke İslamından farklı olduğunu özellikle belirtmek istemektedirler.
Ali Şeriati atalet halindeki mollaları utandıracak şekilde harekete geçti. Onları o kadar ağır eleştirdi ki Yunus Emre’nin de dediği gibi mollalar Şeriati’nin ismini her duyduklarında içlerinden “Bir Molla Kasım gelir” demeye başladılar. Ali Şeriati mollaların Molla Kasım’ı oldu, onlar da Şeriati’ye bakıp kendilerini gözden geçirmeye başladılar. Hareketlendiler, ataletten kurtulmaya çalıştılar. Ali Şeriati Türkiye İslamcıları gibi paradigma değiştirmedi, gelenekçi mollaları eleştirirken onların akidelerini yeniden dile getirdi, onlara özlerini hatırlattı, kibirli liberallerin ve feministlerin arkasına takılıp küresel hakimiyet ve hegemonyanın bir alt sistemi olmak gibi küçük düşürücü rollere soyunmadı.
Tabii ki Ali Şeriati’nin yanında Celal Ali Ahmed, Mehdi Bazergan ve başkalarının da bu sürece katkıları oldu. Bu, devrime sağlanabilecek en önemli lojistik destekti. Ali Şeriati’nin mollalarla arasının iyi olmadığını biliyoruz. Hatta benim çok sevdiğim Murtaza Mutahhari’yle de arası iyi değildi. Ayetullah Misbah Yazdi onun amansız muhalifidir. İran halkını ataletten kurtardı, İran aydınlarının dikkatini İslam’a çekti Ali Şeriati. Devrime bu sayede çok zengin entelektüel bir lojistik destek sağladı ve mollaları kendi sabit konumları üzerinde düşünmeye, kendilerini kritik etmeye zorladı. Devrime özgürlük, adalet gibi ruhun katılmasında Şeriati’nin katkıları inkar edilemez. Lisan-ı hal ve kendiliğinden ulemanın başını çeken Humeyni ile entelektüellerin simge ismi Şeriati arasında kurulan ittifak devrime giden yolun sağlam taşlarını döşedi. İslam devrimi ulema-entelektüel ittifakın meyvesidir.
6. Şeriati ve Süruş
Belki bugün İslam Devrimi’ne karşı yürütülen muhalefetin önemli simalarından biri olan Abdülkerim Süruş ile Ali Şeriati arasında bir mukayese yapmanın zamanıdır. Süruş dostumdur. Tanışıyoruz, beraber oturumlara katıldık, epey sohbetimiz oldu, onu seviyorum. Ona en ufak bir zarar gelmesini de asla arzu etmem, bir İslam cumhuriyetinde eğer Süruş yaşayamıyorsa orada çok ciddi sorunlar var demektir, Süruş her ne düşüncede ise, bu onun ülkesini terketmesinin meşru gerekçesi olamaz. Her ne olursa olsun devrimin önemli isimlerinin -mesela Musevi, Kerrubi vs.- yıllardır ev hapsinde tutulmalarının da gerekçesi olamaz. Yazık ki birçok yerde Müslümanların iktidara gelişinde hayatları boyunca emek harcayan İslamcılar, iktidar olunduktan sonra yanlış ve adaletsiz iktidarı ıslah etmek üzere eleştiri yaptıklarında onların yakın çevrelereri -hatta yola beraber çıktıkları arkadaşları- tarafından baskı altına alınmaktadırlar. Bu durum Sudan’da Hasan Turabi ve arkadaşlarının da başına geldi. Türkiye’de ve başka yerlerde olup biten de budur. İran’da da Süruş ve yakın çevresine bu türden baskı uygulanması İslam Cumhuriyeti’nin ayıbıdır. Ama bu yine de Hak ve hakikat adına Süruş’un görüşlerini kritik etmemize de engel teşkil etmez. Eleştiri bir hak olduğu kadar bir görevdir de.
Süruş, “aydın-ulema” yanı olan bir şahsiyettir. Zaman içerisinde mollalara muhalefet etme sürecinde “aydın” yanı, “ulema” yanına baskın çıktı. Mollaların siyasetini, bugünkü iktidarı haklı sebeplerle eleştirdi. O eleştirilerin önemli bir bölümüne biz de katılıyoruz. Ancak Abdülkerim Süruş, geçmişten Meşşei filozoflar gibi siyasî muhalefeti felsefî meselelere dönüştürdü. Felsefî tartışma, siyasî bir muhalefet formuna büründü. Süruş eleştirilerini felsefe, epistemoloji ve siyaset sosyolojisi çerçevesinde tutması gerekirken aktüel siyasetin etkisine girip günün siyasî tartışmalarında taraf oldu. Bu onun filozof, entelektüel formasyonuna halel getirdi.
Belirtmek gerekir ki Türkiye İslamcılarının da başına gelen felaket bu oldu. Zaman zaman dile getirdiğimiz üzere Müslüman entelektüellerimizin devlet bürokratı, memuru olmaları, İslami birikimlerini devletin bölgesel çıkarları doğrultusunda kullanmaları ve bunun sonucunda mezhepçi ve milli(yetçi) bir dili kolayca sahiplenmeleri.
Abdülkerim Süruş eleştirilerini mollalara yöneltirken onları tezlerinde ilzam etmek gayertiyle epistemolojinin yardımına başvurdu. Bu onu bizzarure ve trajik bir biçimde hermenötikçi, Popperci ve tarihselci bir çizgiye sürükledi. Aslında Süruş haklı sebeplerle siyasi iktidarı eleştirirken Popper veya hermönetikçilere müracaat etmeden de felsefi eleştiri yapabilirdi. Bunun için hem Şii hem Sünni kelam ve fıkıh kaynakları ona yardım edebilir. Şii kaynaklara neden başvurmadığını bir ölçüde anlamak mümkün; çünkü iktidarı kontrol eden hakim İran uleması meşruiyetlerini Şii bilgi ve kelam kaynaklarına dayandırırlar. Bu sanki onların Şia üzerinde son söz söyleme hakkını ellerine veriyormuş gibi bir algıyla beslendiğinde Şia’nın ulema tarafından temellük edilmesi Süruş’u söz konusu kaynaklardan uzakta tutmaya sevketmiş olabilir.
Ancak benzer durum Sünni kaynaklar için söz konusu değildir, bu açıdan Sünni mirasın Şii mirasa göre daha avantaj sağladığını söyleyebiliriz. Bu konuda zengin Sünni düşünce geleneği Süruş’a ve elbette hepimize önemli imkanlar sunmaktadır. Süruş demokrasiyi temellendirme çabasına girişirken, söz konusu siyaset yöntemini yanılabilirliliğe ve çoğulculuğa dayandırıp bu çerçevede “demokratik çoğulculuk” fikrine ulaşması için Batılı demokrasilerin liberal teorilerine gitmeye gerek yok. Farklı konjönktürlerde tarjik sapmalar olsa da, geneli itibariyle İslam tarihinde neşv-ü nema bulmuş birden fazla itikadi-kelami ve fıkhi mezhebin bugüne kadar süren varlıkları ve tümünün ana kubbe altında toplanmış olması çoğulculuğun fiili-somut göstergesidir, başka somut göstergeye de lüzum hissetmemektedir.
“Yanılabilirlilik” Sünni akide ve usulün ana parametrelerinden biridir. Çünkü hangi yüksek seviyede müçtehit olursa olsun –diyelim ki Ebu Hanife ve diğer mezhep imamları- son tahlilde içtihat ve tefsirleriyle “mutlak hakikat”e değil, “zanni bilgi”ye sahiptirler. Bu açıdan bakıldığında bazı konularda “tavakkuf” eden ve gerek ilmini gerek içtihatlarını “zanni” dairenin dışına çıkarmayan Ebu Hanife’ye “İmam-ı a’zam (en büyük imam)” denmesi başlı başına hatadır. Bu yüceltme Şii “masum imam”lara bir nazire, bir nisbet olarak kullanılmaktadır ki, Ebu Hanife’nin böyle bir süblimasyona ihtiyacı olmamıştır. Gerçekte gaybubet halindeki 12. İmam’dan sonra Şia ulema geleneği de bundan büsbütün kopuk değildir. Süruş da bilir ki, Ayetullahlar –uzmaları dahil- imamın naibidirler (Naibu’l imam), yani masum ve yanılmaz kimseler değildirler. O halde onların bilgi ve görüşleri de “zanni”dir, mutlak değildir. Süruş kendi bilgi, tefekkür ve bilgi kaynaklarına müracaat edip güçlü bir siyasi felsefi eleştiri akımı başlatabilir, bu da zamanımızın İslami siyaset düşüncemize önemli bir zenginlik ve derinlik katabilirdi. Bunun tarihteki en parlak örneği, Sünni iktidarlara karşı büyük tehlike arzetmeye başlayan Gulat ve Batınıliğin felsefi forma sokulmasını doğru tespit ve teşhis edip siyasi bir mücadeleyi felsefenin dilini kullanarak başlatan İmam Gazali teşkil eder. Gazali’nin açtığı yoldan ilerleyebilseydik, tarihte hayli zengin bir siyaset düşüncesi, felsefesi geliştirebilme imkanımız olurdu. Bu bir yandan kelam ilmine toplumsal ve tarihsel durumların değişimine paralel önemli dinamizm kazandırırken diğer yandan güçlü mütefekkirlerin kelami ve fıkhi zeminde tartıştığı siyaset düşüncesinin açtığı yolda siyasetin aktüel ve dönemsel rengi de değişirdi. Dün yönetim her zaman bunu hak etmeyen sultan ve halifelerin elinde idi, bugün İslamiyet’i gösteriye dönük ritüellere indirgeyip kelam ve fıkıhtan, felsefe ve tarihi tecrübeden büsbütün habersiz muhteris mektepli aydınların ve profesyonel siyasetçilerin eliyle yürütülmektedir. Siyasetin meşruiyet çerçevesini temellendiren kelam ve fıkıh bilmeyen, olaylara yeterince nüfuz edici entelektüel birikime sahip olmayan siyasetçiler –ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar-küresel sistem, müesses nizam ve onlara siyasetin hatt-ı hareketi hakkında yönlendirici fikirler verilenler tarafından kolayca manipüle edilebilmetedirler. İran ve başka yerlerde siyaseti seküler tasalluttan ve dindarane birikimsizlerden kurtaracak olan güçlü Müslüman mütefekkirlerin aktüel siyasete bulaşmadan açacakları mecrada başlayıp sürecek olan tartışma ve çabalardır.
Süruş bu mecrada önemli rol oynayabilirdi; öyle yapmadı, tabir caizse imama kızıp camiyi terk etti, belki de camii imamı saçmalıkları deşifre olmasın diye onu camiyi terketmek zorunda bıraktı. Böyle olmamalıydı. Pekiyi acaba Ali Şeriati bugün yaşasaydı, Süruş gibi mi olurdu? Bilmiyorum ve sanmıyorum.
7. Şeriati, bilim ve Batı-dışı modernleşme
Ali Şeriati’nin bir modernleşme sorunu olduğu açık. Türkçeye ilk tercüme ettiğimiz kitabın ismi “Medeniyet ve Modernizm (Temeddün ve Teceddüt)” idi. Fars irfan havzasında modernite teceddüt, tecdit olarak algılanır. Bu ise Türkiye İslam’ına göre çok daha zor bir epistemolojik sorun teşkil eder. Biz hiç değilse ihya, ıslah ve tecdid kavramlarını reform ve moderniteden ayırt edebiliyor, bir hassasiyeti korumaya çalışıyoruz; Fars İslam havzasında ise teceddüt ve modernleşme neredeyse aynı anlama gelmektedir.
Bu çerçveden baktığımızda Şeriati’nin moderniteyi Batılıların tekelinden, İslamiyet’i de modernite karşıtlığı ve düşmanlığından kurtarmak istediğini söyleyebiliriz. Bu bir yönüyle Nilüfer Göle’nin “Batı-dışı modernleşme” imkanını hedefleyen bir zihni çabayı ima eder. Kitaplarına dikkatli bir biçimde baktığımız zaman bu konuyu kendine sorun ettiğini görüyoruz. Bu hayli önemli, önemli olduğu kadar sorunlu bir konudur. Fikri çabalarında Ali Şeriati dikkatli bir zattır. Emperyalist ve sömürgeci Batı’nın modernliğine karşı çıkarken geleneğe ve tarihe hapsolmuş dinî anlayışlara da karşı çıkmaktadır. Bu onun hareket alanını öylesine geniş tutuyor ki, Şeriati’nin size neyi önerdiğini, sizi nerede tutmak istediğini kestirmeniz zordur. Bu açıdan bakıldığında Ali Şeriati’nin kitapları aynı zamanda karşımıza bir tuzak olarak çıkar.
Onun eklektik projesinde üç sacayağı vardır: Sol, sosyalist, Marksist bir ayak. Varoluşçuluk ve irfan, İslam irfanı. Ancak bugün söz konusu kavramsal eklektik çerçevenin iki ayağı çökmüş bulunmaktadır. Yani artık Ali Şeriati’yi okuyup bugünkü Batı’yı iyi anlamak konuşmalarını yaptığı zamanki kadar kolay değildir. Çünkü ne sol ve Marksizmin bugün geçerli bir söylemi kalmış bulunmaktadır, ne de varoluşçuluğun; bu önemli olmakla beraber, Marxizm ve varoluşçuluğun önemini kaybetmesi Ali Şeriati’nin önemini kaybettiği anlamına gelmez. Zira onun asıl yapıştığı referans çerçevesi irfandır ve İslam irfanı bakidir.
Ali Şeriati’nin kitaplarını üç ana gruba ayırmak mümkün: İçtimaiyat, İslamiyat, Kevriyat. İslambilim veya İslamşinasi ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın İslamcıları ile Ali Şeriati’nin İslamcılığı veya İslamî tefekkürü arasında bazı paralellikler var. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılın İslamcıları kartezyen düşünüyordu. Analojiler yapıyorlardı, ilerleme inancına büyük bir azim ve gayretle dinî bir meşruiyet arıyorlardı. Bu yüzden gelenekle araları iyi değildi, hala ana akım İslamcılık henüz gelenekle barışmış sayılmaz. Onların zihinlerinde temel soru “Neden Batı karşısında geri kaldık?” idi, İslamcılar buna cevap bulmaya çalışıyorlardı. Söz konusu sorunun cevabını arama çerçevesinde pozitif bilimlerin kavramsal çerçevesini, anahtar terimlerinin karşılığını Kur’an’da arıyorlardı. Bu gelenek devam ediyor.
Ali Şeriati’nin İslambilimi ise İslamî çağın ideolojik sistemlerini karşılayacak bir anlam çerçevesine sahiptir. Bu önemlidir. Onun İslam’ı çağın ideolojik sistemlerini karşılayacak bir anlam çerçevesidir. Sosyal bilimlerde (Ali Şeriati’nin içtimaiyat eserlerinde ele aldığı sosyoloji, siyaset bilimi, medeniyet tarihi, dinler tarihi, antropoloji, psikoloji, iktisat vs.) İslam yeni bir okumaya tabi tutulmaktadır. Üçüncüsü; bu bizi İslam’ın sosyal bilimlerin yöntemiyle anlaşılmasına ve açıklanmasına götürme tehlikesini beraberinde getirir; eğer İslam, çağın ideolojik sistemlerini karşılayacak bir anlam çerçevesine sahipse, eğer İslam sosyal bilimlerin zemininde yeni bir okumaya tabi tutulacak ise -ki Ali Şeriati bunda ısrarlıdır-, o zaman İslam sosyal bilimlerin yöntemiyle anlaşılabilir ve okunabilir mi? Bu soruyu ben kendime soruyorum, herkese de sorma lüzumunu hissediyorum.
Kişisel olarak Ali Şeriati bizi Batı’nın çözemediği “yöntem sorunu”na götürüp hapsedebilir diye endişe ediyorum. Ali Şeriati üzerinden yöntem ithal edebiliriz ki bugün Batı epistemolojisinin ve sosyal bilimlerinin gelip tıkandığı ana nokta yöntemdir. Bağımsız düşünebilen mütefekkirler İslam’ın bilgi ve düşünme usulünü takip edebilirler; akadimk dünyanın bir parçası olan ilahiyatçılardan ve muhafazakar bilim adamlarından bunu bekleyemeyiz. Ancak ben merhum Ali Şeriati’nin bu konu üzerinde çok iyi düşünmediğini zannediyorum. Mazurdur. Çünkü hem henüz İslam dünyasında fikri atmosfer bu konuyu gündemine almış değildi hem Şeriati’nin buna vakti yoktu, çünkü o uyuşmuş bilinci uyandırmayı kendine dert edinmişti.
Belirtmek gerekir ki “yöntem” İslam tefekkürünün ve gelecekteki siyasi ve ekonomik bağımsızlığımızın temel sorununu teşkil eder. Malezya Uluslar arası İslam Üniversitesi’nin kuruluş amacı Batılı bilimsel ve akademik yöntemle İslam dünyasını yeni bir zihinsel işleme tabi tutmaktır, iddialara göre kuruluşuna Türkiye –hem de 12 Eylül askeri darbesi döneminde- finans, bürokratik ve akademik destek verdi. Biraz sonra buna değineceğim. Bugün ilahiyatlar dahil İslami ilimler ve İslami tefekkür bu yöntemle oluşturulmaktadır. Ortaya çıkan ve çıkacak sonuç ümmete yol gösteren, rejimlere karşı hak ve hukukunu savunan, usulüne uygun içtihad yapan “peygamberlerin varisi alimler”i tasfiye edip modern devletin iktidarına paralel bilgi üreten Müslüman bilim adamları ve akademisyenler yetiştirmektir.
8. Gazali’den Malezya ekolüne!
Burada Ali Şeriati’ye gelmeden önce Gazalî üzerinden meramımı anlatmaya çalışacağım:
İslam, tarihte birkaç kez haricî dünya ile ciddi olarak karşı karşıya geldi. İlk büyük karşılaşma Şam’da Hıristiyan teolojisiyle olanıdır. Yuhanna ed-Dımeşkînin İslam içinde başlattığı tartışma felsefe etkisinde olmayan mütekaddim kelamcıların ve Mutezile’nin gündemini oluşturdu. Bu önemli bir karşılaşmaydı. Müslümanlar buna başarılı bir cevap verdiler. Kur’an’ın yaratılmışlığı (Halku’l Kur’an) meselesi buradan çıktı. Mutezile ve Eşarilik bu temel üzerinde yükseldi. Bugünkü postmodern dünya, Meşşaîleri ve Mutezileyi değil Eşariliği öne çıkarmaktadır. İslam’ın postmodern zamana vereceği cevap yükselmekte olan Eşarîliğin ve meşru-Sünnete dayalı sufiliğin söyleminde mündemiç bulunmaktadır.
İkinci büyük karşılaşma Yunan metafiziği ile olanıdır. Bilindiği üzere buna da İmam Gazalî cevap verdi. Ondan sonraki dönem Gazalî’de somutlaştı. Gazali hiç kuşkusuz büyük bir adam, az bulunur zihinlerden biri. Ama onun bir kavramsal çerçeve inşa etmek saikiyle yaptığı “din ve dünya” ayrımı, kendisinden sonra öngöremediği sorunlara yol açtı. Daha öncesinde Maverdi “dünya-ahiret” ayrımını “din-dünya ayrımı”na çevirmişti, Gazalî bunu devam ettirdi. Oysa Kur’an ve Sünnet kaynaklarına dikkatlice baktığımızda “din ve dünya” ayırımına temel teşkil edecek ifadelere rastlayamayız. Zira din dünyayı düzenlemek üzere var; ahiret de dünyaya giden paralel bir evren değil, dünyadan hemen sonra gelen, arkasından onu takip eden ebedi alemdir. Söz konusu karşılaşmada Yunan metafiziğine önemli bir cevap verdik; fakat ciddi bir etki almaktan da kurtulamadık.
Yine Gazalî tabiat ilimlerinin dinî ilimlere göre aşağı mertebede ele alınması gerektiğini savundu. Bu, Müslümanların tabiat perspektifini zaman içerisinde zayıflatmalarına sebep oldu; Osmanlı medreselerinde Fatih Sultan Mehmet’le felsefenin itibardan düşmesiyle de, bizim maddî tabiat ve varlık dünyasına tefekkür temelinde bakma ve anlamlandırma melekemizi zaafa uğrattı. Hiç kuşkusuz Gazalî’nin, filozoflara karşı haklı eleştirileri vardı. Onun yaptığı eleştiriler zaman içerisinde -Gazalî’nin bunda dahli yok-, “kavramsal tefekkür” yerine “tefekkürden yoksun irfan”ın ikame edilmesine yol açtı. İrfan doğru olmakla beraber, tefekkürden ve fıkhi kontrol mekanizmalarından, İslam’ın bilgi elde usulünden kopuk olduğu zaman ucu kontrol edilemeyen bir atalete, bize ait olmayan bir mistisizme de kapı aralar ki, tarihte olan bundan başkası değildir. Bu kapıdan girenler zaman içerisinde sabit çerçevesi çizilen nassları buharlaştırıp aklî tefekkürü zayıflattılar, 19. üyzıylda Aydınlanmanın aklı temel alan düşünce biçimiyle karşılaşıldığında Müslüman dünyanın seçkinleri kolayca buna yöneldiler. Bu olay büyük ölçüde yöntem (usul) meselesinden kaynaklanıyordu.
Bugün de Müslümanlar yöntem ithal etmek suretiyle benzer bir düşünce zaafı içindedirler. Özellikle “bilimsel yöntem, akademizm ve hermenötik/tarihselci okuma biçimleri” iki ciddi tehlikeyi haber vermektedir.
Buna Şeriati’nin yöntemini ilave ettiğimizde haklı olarak kendimize şu suali sorabiliriz: Ali Şeriati’nin “İslamşinasi”si (İslambilim) bu türden bir tehlikeyi mi içinde barındırıyor?
“İslamşinasi’ Filistin asıllı Raci el-Faruki’nin “bilginin İslamileştirilmesi” kavramına yakın bir zihni zeminde duruyor. Şeriati de Gazali gibi öngeremediği bir soruna sebebiyet verebilir: İslambilim, İslamiyet’i bilimsel araştırma ve düşünmenin nesnesi haline getirebilir mi?
Bunun küresel jeostratejik ve politik bir altyapısı olduğunu düşünüyorum: “İslam kendi başına varolamaz –aslında varolmamalı denmek isteniyor-, küresel sistemin bir alt-sistemi olur ancak, bu da İslam’ın bilimsel yöntem ve akademizm çerçevesinde yeniden yorumlanmasıyla mümkündür” fikrinden hareketle kurulan Malezya Uluslara arası İslam Üniversitesi’nin İslam dünyasına sirayet etmekte olan zihinsel dönüşümüne işaret etmektedir. Burada konunun politik yönüne gelmiş bulunuyoruz. Belirtmek gerekir ki tarihte ortaya çıkan itikadi mezhepler ve kelam ekollerinin hiçbiri günün politik duruş ve tavır alışlarından kopuk değildir. Bugün de felsefeden epistemolojiye, yöntemeden sosyal bilimlere kadar hiçbir bilgi ve fakir faaliyeti politikadan kopuk gelişmiyor.
Bu açıdan bakıldığında “Malezya ekolü”nün kendi kendine ve tesadüfi olarak ortaya çıktığını sanmak yanılgı olur. Epistemik görünen bir teşebbüsün gerideki politik anlamını kavrayabilmek için şu konunun etraflıca araştırılmasında yarar var:
1) Acaba 12 Eylül askeri rejimine Türkiye’de Ulusular arası İslam Üniversitesi’ni kurma fikri önerildi mi?
2) Başlangıçta ve prensip olarak kabul ettiyse, sonradan söz konusu projeden neden vazgeçti?
3) MGK, üniversitenin Türkiye’de kurulmasından sarfı nazar etti ama Malezya’da kurulması halinde finans ve diplomatik destek verme vaadinde bulundu mu?
4) Kuruluşundan sonra Türkiye hangi çerçevede önemli ölçüde öğretim üyesi ve öğrenci desteği verdi?
5) Hangi misyonla Türkiye’nin Kuala Lumpur Büyükelçisi Üniversite’nin mütevelli heyetinde yer alıyor, toplantılara katılıp alınan kararlara ortak oluyor(du)?
Bütün bunların doğruluk derecesinin ve politik okumalarının araştırılması gerekmez mi?
9. Şeriati bizi neriyi çağırıyor?
Diğer soru şu; “İslam’ı aydınlanmanın geriden beslediği bilimin paradigması ve yöntemiyle mi anlayacağız? ” İslambilim zaman içerisinde Müslüman bilim adamlarının –mesela ilahiyatçıların çalışmalarında bir İslamolojiye dönüşebilir mi? İslambilim’den bir İslamoloji çıkar.
İslam bilgi, tefekkür, sanat, irfan ve düşünce biçimi; beşerî yani entelektüel, ruhî, zihnî ve pratik çözümün, fetva arayışının kaynağıdır. İslam bilginin, tefekkürün, sanatın, irfanın, her türlü düşünme biçiminin beşerî ve entelektüel arayışın üst referans ise, bilimin ve akademizmin nesnesi değildir. Araştırma bilgilenme alanlarını aydınlatır. Kur’an vahyi bir ışıktır. Araştırdığımız şeyler maddî tabiat ve her ne ise hepsini vahiy aydınlatır. Biz o ışığın aydınlattığı evreni araştırırız, anlamaya çalışırız.
Şeriati’nin açıp yürüdüğü üç kulvardan bahsetmiştik. Gofteguhaye Tenhayi, Yalnızlık Sözleri, önemli bir bir kitap. Hubut, der Kevirde öyle. Bence “hubut” ‘çöle iniş’ değil, ‘düşüş’ olması gerekir ki hubut düşüştür. Başka bir ifadeyle insanın maruz kaldığı tenzili rütbe.
Şeriati, şairane bir ruha sahip olduğu halde, önemli bir noktaya dikkat çeker: “Şair olmak isterdim ancak sorumluluklarım beni bekliyor.” Şiir yazalım ama şairlik yapmayalım.İçinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel ve toplumsal durumda bilgi, bilinç ve bilgelik ilgilendirmeli bizi.
Yukarıda İslambilim’in sakıncalarına değindim, sosyal bilimler ve yöntem üzerinde konuştuk. Ama bir noktayı unutmamalıyız: Şeriati bilinçtir. Onun açtığı kulvarda bilgi ve bilgeliği kendi kaynaklarımızda arayarak ilerleyebiliriz.
Son olarak Şeriati bizi neye çağırıyor? Bunun kısa cevabını vermeliyiz.
Biliyorsunuz 19. yüzyılin ikinci yarısından başlamak üzere İslamcı hareketler ortaya çıktığı zaman bizi üç şeye çağırıyarlardı, bunlar İslamcıların üç ana umdesiydi. Kanaatimce bugün de bunlar geçerliliklerini korumaya devam ediyorlar. Biri “Kur’an ve Sünnet’e dönüş”, diğeri “içtihat kapısının açılması”, üçüncüsü de “cihat ruhunun uyandırılması”.
Kur’an ruh ve candır; sünnet ve siyer, hayat tarzı ve pratiktir. Tarih Müslüman’ın tecrübesi, örfü ve geleneğidir. Şeriati’nin bizi çağırdığı öze, yani ilahî tabiatımıza dönüştür. Bir Nefesürrahman olarak kâinat “Kün” emriyle bir emr-i ilahî olarak halkedildi. Şeriati bizi buna çağırıyor. Bir nefha olarak ruhumuz bir Nefha-i ilahîdir. Bizim dünyevi tabiatımızda ilahî tabiatımız içkindir, gülde kokunun içkin olması gibi. Ve ilim; ilimlerin, tefekkürün, irfan ve sanatın, hukuk ve adaletin, ahlak ve özgürlüğün, kısaca hayatın kaynağı olarak İslam bir Vahy-i ilahîdir. Bizim özümüz budur. Nefesürrahman, Nefha-i ilahî ve Vahy-i ilahî… Şeriati bizi doğru bir yere çağırıyor..
(Bu yazı 17 Kasım 2012’de İstanbul’da düzenlenen Ali Şeriati sempozyumda sunduğum redakte edilmiş tebliği metnidir.)