Bir ulus açısından bellek, tarih ve siyaset gibi kavramlar arasında kendine özgü bir bağ olduğu söylenebilir. Ulusal siyasetin önemli hususiyetlerinden biri de budur. Tarih olarak adlandırılabilecek her şey (dil, kültür, kimlik, coğrafya) siyasetin konusudur. Nitekim bir ulusun geçmişi, bilgi ve kültürü tarihi deneyimden hareketle şekillenir ve siyasi tarihi de bu perspektifte biçimlenir. Bu çerçeveden bakıldığında tarih, içselleştirici ve kapsayıcı merkezi yapısıyla, kurumsallaşmış siyasetin kabul görmesinin temelini oluşturur. Diğer bir ifade ile siyasetin söylemleri ile onları özetleyen düşünsel çerçeve tarihin siyaset açısından bir inşa faaliyeti olduğuna atıf yapar.
Bu anlamda Kürtler ulus ve siyaset uyumluluğu konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Yirminci asırda Ortadoğu’da tarih ve siyasetin entelektüel boyutunu büyük ölçüde kaybettiği söylenebilir. Ancak bunun Kürtlerde daha şiddetli bir biçimde hissedildiğini söylersek abartmış olmayız. Bunun temel nedeni güncel politikanın siyasi tarihten kopukluğu ve sıfırdan örgütlendiğini iddia eden siyasi yapıların entelektüel mirası hiç sayarak büyük çapta bir kimliksizliğe sürüklenmesidir. Bunun neticesinde Kürtlerde siyasetin ulusal bir zemin üzerine yükselmesine karşıt geliştirilen tezler istenildiği gibi ulus ile uyumlu hale getirilememiştir.
Genel anlamda Kürtler, kendisinden önce var olan siyasal yapılanmanın kurumsal kimliği üzerinden yükselememiş, bu kurumların içeriğinin evrensel ve yapısal dönüşüme uğraması konusunda somut bir pratik sergileyememiştir. Diğer bir ifade ile Kürtler, ulus merkezli bir politikanın düşünce sistemini oluşturabilecek ve bu temelde somut bir siyaset üretememiştir.
Belirttiğimiz gibi, Kürtler 1990’lar sonrası yaygınlaşan ideolojik bağımlılık ve yükselen popülist devrimci yaklaşımlar nedeniyle yerel ve küresel ölçekte güç kazanmasına yol açan ulus ile uyumlu bir politik dinamizmden yoksun olmakla beraber; otoriter, şiddet yanlısı ve siyasal meşruiyetle hiç uymayan para-militer hareketlerin periferisinde kalmıştır. Bunların da ötesinde Kürt politik akıl alternatif bir politika çerçevesinde kültür ve siyasalı da içeren “tarihsel uyanış” ortaya koyamamıştır. Bu bakımdan çoğu Kürt gerekli epistemolojiyi sağlayan tarihsel belleğin yanı sıra entelektüel faaliyeti de içeren alternatif ulusal bir kurtuluş fikri geliştiremedi.
Kürtler, siyasal aklın kurucu uğrakları arasında yer alamayan ulus, ulus-devlet ve milliyetçiliğin yanı sıra geleneksel tarihsel pratiklerle ilişki kurmayı ve özellikle ulusal mücadelenin temel ilkeleriyle örtüşmeyen, tarihsel bilinçten mahrum zihni ve ideolojik arka plana dayanan bir siyaset pratiği ütopyasına kapıldılar.
Kuşkusuz son derece önemli olmakla birlikte Kürtlerin siyasal mecrasında ulus merkezli bir ideoloji kuramı veya düşünce sistemine rastlanmaz. Kürtlerin siyasal geleceği göz önüne alındığında bu konuda özgül bir çalışma olmadığı gibi tutarlı bir açıklama yapmak da oldukça güçtür. Kürtlerde bir ulus siyaseti arayanların düş kırıklığına uğrayacaklarını şimdiden söylemek en doğrusu. Bununla birlikte mevcut politik yapılanmalarda oldukça farklı ulus merkezli bir praksisten söz edilemez.
Özellikle Kürt sorunu sözkonusu olduğunda, bu yapıların kendi kuramsal tasarımlarının ortak noktasını oluşturan temel fikirlerin ve yöntemlerin gerçek bir ulusal sorunu yansıttığı söylenemez. Bir diğer ifade ile bu siyasal güçlerin, güçlü bir ulusal kuramı ya da gerçekten kurtuluş mücadelesi sergileyen diğer ulusalcı hareketlere ilişkin benzer bir siyasal momente sahip oldukları iddia edilemez.
Bu noktadan hareketle, tarih ve siyasetin yanı sıra ulusal bilincin dayandığı temel aksiyom ve tüm bunları içeren fikrin ulusal bir empati üzerinden ele alınarak yeniden temellendirilmesine yönelik çalışmalara yönelime ihtiyaç var. Ulusal bir mücadele için bu kolayca tanımlanabilir ve açık bir şekilde kapsamlı hale getirilebilir. Bu bakımdan Kürt milliyetçiliğinin görevi geçmişi lekelemek değil, onu ulusal form şeklinde siyasetin merkezine taşımak olacaktır. Diğer bir deyişle söz konusu olaylar arasında “nedensel bağ” kurarak ulusal bir dinamizme dönüştürmektir. Bu nedenle tarih ve siyaset teleolojik yani gelişme ve ilerleme süreçleri ile nitelendirilebilecek bir süreklilik taşır. Kürt milliyetçiliğin en temel hareket noktası da burasıdır. Kürtler açısından geçmişin siyasal tecrübesi bu anlamda önemli yaşantılarla doludur.
Kürtler ancak bu sayede kolayca ve daha dinamik bir şekilde ulus merkezli politik yapılanmalar inşa edebilir ve kurumsallaşabilirler. Kısacası tarihsel tecrübeyi şimdi ve geleceğe taşıyarak onu kesintisiz bir sürece dönüştürebilirler, zira tarih bitmez aksine kesintisiz ama farklı formlarla ilerlemeyi devam ettirir.
O halde geçmiş, “siyasi olan”ı hep yeni baştan ve yeni form ve politik yapılanmalarla gelecekte olası olay ve olgularla birleştirir. Bu bakımdan geçmiş, şimdinin veya geleceğin tek tek olaylarına değil, onların bütünlüğüne bağlıdır. Haliyle geçmiş, zaman gibi insanın varlığına bağlı bir koşuldur; bizi besleyen tindir, geleceğin biçimselini oluşturur ve onu her defasında yeniden var eder.
O halde geçmiş tarihsel bir tecrübe olarak aktarıldığı ölçüde siyasal bir hafıza oluşturarak gelenek haline gelir. Gelenekten kopmanın ulus açısından onarılamaz olduğunu biliyoruz, bundan ötürü geçmiş deneyimin günümüze aktarımında yeni yöntemler bulmak gerekir. Bu açıdan tarih ve siyasetin toplumda varoluşu tarafsız bir alan oluşturmakla kalmaz, kendini yönetmeyi merkeze alan ulusal bir mücadelenin doğasına aykırı bir antitez de oluşturmaz. Bu anlamda insan faaliyetiyle ortaya çıkan tarih ve siyaset, sosyal ve kültürel tüm aktiviteler için birer ayna görevi görür. Ulusal bilinç ve kendini yönetme edimi bir yansıma olarak toplumda varlık bulur. Haliyle kendini toplumsal bilinçte bulan siyaset, temsil ettiği ulusun varlığını açığa çıkarır.
Carl Schmitt’in söylediği gibi, “her ulus kendine özgü bir ulus anlayışına sahipse ve ulusallığın kurucu niteliklerini başkalarında değil kendinde buluyorsa, dolayısıyla her kültürel çağ da kendi kültür anlayışına sahiptir.” (Carl Schmitt, Tarafsızlaşma ve Depolitizasyon Çağı, Çev. Ar. Gör. A, Emre Zeybekoğlu s. 364)
Bundan yola çıkarak Walter Benjamin, Pasajlar kitabında ünlü Alman filozof Herman Lotze’den bir alıntılama yaparak; “acı çekmiş ruhların mutluluğa ve tamamlanmaya hakkı olmazsa ilerlemeden söz edilemez” olduğunu söyleyerek geçmiş çağların taleplerini küçümseyen ve geçmiş kuşakların ıstırabını telafi edilemez biçimde kayıp gören tarih anlayışını reddeder. Benjamin, ilerlemenin geçmiş kuşaklar için de gizemli bir biçimde tamamlanması gerektiği konusunda ise ısrar eder.” (Walter Benjamin, Yangın Alarmı, Micheal Löwy, Versus, s. 39)
Tüm bu olaylar her ne kadar zamansal olarak geçmişi oluşturan parçalardan ibaret olsa da geçmiş bir şekilde kendini yeniden gösterir. Zira tarih ile siyaset arasındaki ilişki de burada ortaya çıkar ve geçmiş geleceğe bir ön hazırlık olarak kendini yeniden konumlandırır. O halde geçmiş kendini gelecek üzerinden yeniden hatırlatıyorsa, bize düşen bu hatırlamanın klasik bir hatırlama olmadığı, aksine şimdiki zamanın veya geleceğin anlaşılmasını sağlamaktır.
Geçmişin siyasi tasarım olarak kendini hep şimdilerde gösteriyor olması bizi kültürel bir tarih olgusunun dışında daha politik bir tartışamaya götürür, o da tarih ile siyaset arasındaki ilişkilenme biçimidir. Fernanda Braudel; Tarih; geçmiş ve şimdiki zamana dair şunu söyler: Tarih aynı zamanda hem geçmişin hem şimdinin hem olmuşun hem de olanın tanınmasıdır. İster düne, ister bugüne ait olsun bu ayrımı her tarihsel zamanın içinde süren, devam eden, devam edecek ve yalnızca geçici olan arasında yapan bir tarihçi, şimdiyi anlamak için bütün geçmişini seferber etmektir (Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, İmge Yay. s. 259)
Bir diğer ifade ile insan sadece akılsal bir varlık değil, aynı zamanda deneyimleyen ve deneyimleyerek yaşadığı çağı anlamaya çalışır. Haliyle insan yaşadığı ve yaşayacağı çağın da eyleyicisidir. Haliyle insan için bilme ve eyleme kapıları kapanmadı. Yani insan hâlâ Kant’ın aydınlanma düşüncesini yansıtan o ünlü ifadesi “bilmeye cüret et/aklını kullanma cesareti göster” mottosunda varlığın farkında. Schelling’e göre “tarihin transendental zorunluluğu, evrensel, yasalara dayalı hukuksal düzen sorununu çözme ödevi”dir ki, bu ödev, ‘akıllı varlıklara verilmiştir’ ve yalnızca tüm tür tarafından, yani sadece tarih tarafından gerçekleştirilebilir (Tarih felsefesi-Seçme Metinler, Doğu Batı Yay. s. 17).
Kürtlerin tarih üzerine düşünmeleri salt nereden gelip nereye gittiklerinin çok daha ötesinde ya da “nasılı” ve “niçini” üstünde düşünmek değildir. Ancak ulusalar içine düştükleri “bunalım” anlarında köklerinden, kültür ve tarihlerinden neyin koparılıp söküldüğünü ve nelerin yok edildiğini fark ederler.
Kürtler açısından tarihin özgürleştirici bir imkâna dönüşmesi, kendi geleceklerini inşa etmeleriyle mümkündür, bu da ancak tarih kavramına içkin olan praksisin kendini gerçekleştirmesiyle ortaya çıkabilir. Bu nedenle tarih ile siyaset arasındaki bağı zorunludur.