Ümit Aktaş Yazdı
Olumlu bir eleştirinin temel işlevi ve sorumluluğu, öncelikle zemini kötülüğün işgalinden temizlemek, ruhları arındırmak, sözcükleri onarmak, aklı sağaltmak ve ardından ise yenilenen bu kavramları dolaşıma sokmaktır.
Kimi de var ki bu eleştirel sorumluluktan koparak ve ama ilkelerinden uzaklaşmış bir eleştirinin adeta bir kavramlar çöplüğüne dönüştürdüğü o zeminde kalarak, akbabalar gibi orada çöplenmeye çalışır.
Filozof bir filolog değildir oysa ve orada kalmamalıdır.
Kelimeleri didikleyerek ve çürüterek ortaya yaydığı o nihilist kokuşmuşluk, bir aydının yarıda kalan, yitirdiği cesaretinin acınası anısı olarak, sorumluluğunu yitirmiş bir özgürlüktür.
Esasına bakılırsa bu, özgürlüğünü istismar eden bir serbestiyeti özgürlüğün yerine ikame etmek, daha fazlasına götüremediği bir savaşımdan geriye çekilmektir.
Alt edilmeye çalışılan kölece bir ahlakın özgürlük ahlakının yerini aldığı bu nokta, bir aydının savaşımında yenilgiye uğradığı ve alt etmeye çalıştığı nihilizme teslim olduğu noktadır.
Etkin ve yaratıcı olan ahlakı, Nietzsche de, Hegel’i andırır bir biçimde efendi ahlakı olarak tanımlarken, cari örfe, akla veya dini inanışlara dair hiçbir sorgulamaya girişmeksizin tâbi olan edilgin ahlakı ise köle ahlakı olarak adlandırır.
Bir kahramanlıktan ve olumluluktan söz edilecekse şayet, o da bu kölece koşullara karşı savaşmak ve bunu aşabilmektir.
Beri yandan Nietzsche, bunu tarihsici bir sürecin hikâyesi olarak da görmez; tam aksine, her nerede ve hangi şartlarda olursa olsun insanın kendisini gerçekleştirmesinin, bir insan olmanın zorunlu şartı olarak görür.
Dolayısıyla bu, salt başkası tarafından kabullenilmenin ve tarihi bu minvalde ilerletmenin yazgısal bir öyküsü olmaktan öte, bir insan olarak kendisini gerçekleştirmenin trajik gerçekliğidir.
Köle ahlakı ise böylesi bir yetiye sahip olmadığı kertede, ahlaki değerleri küçümseyerek, nihilist ve sinik bir tutumla bunları aşağı doğru çeker.
Oysa bu, insanın kendisini doğal akışa, hazlara, çıkara, güdülere, baskılara, sıradanlığa bırakmasıdır.
Kelimenin tam anlamıyla ahlak ise bu tür bir kendini bırakışa karşı insaniliği gerçekleştirmeye doğru bir mücadele hattıdır; kötülüğe karşı iyiliğin savunulması ve hayata geçirilmesidir.
Sinik ve korkak kölelerin hınç ahlakına karşı asalete ve cesarete dayanan özgürce bir ahlaktır.
Temel niteliği yaratıcılık olan özgürlük, kendini hakikate adamak iken, kölelerin sinizmi bu ahlakı çürüterek ortadan kaldırmaktan başka bir stratejiye sahip değildir.
Bu yaygın tutuma karşı Nietzsche, “ahmakların ve görünüş’ün aksine, bir ahlak karşıtı olarak geleneksel ahlaka veya sürü ahlakına, daha sert yükümlülükler ve daha yüce görevlerin adına karşı çıktığını ısrarla belirtir.” 1
Klişelerden kaçınmak için cari olan ahlak kavramına karşı etik’i kavramlaştırsa da her ahlakçı gibi Nietzsche de önce mevcut ahlakı sıkı bir eleştiriden geçirerek ve hatta reddederek ardından kendi ahlakını inşa eder.
Eleştirilerinin sertliği çoğu kez sıradan bir yıkıcı olarak algılanmasına yol açar ama aslında bu her ahlakçının bilindik tavrıdır.
Temel sorunu Hıristiyanlık ve nihilizmdir.
Gerçekliği kefarete ulaştırma, yani onu hem Hristiyanlıktan hem de nihilizmden kurtarma yetisi, kefarete ulaştıran insanın gerçeklik hakkında sahip olduğu üstün ve kapsamlı bilgiden kaynaklanır. 2
İradeyi (güç istencini) düşüncesinin özüne yerleştirmesi bile onun temelde bir ahlakçı olduğuna işaret eder.
Bakıldığı yere bağlı olarak ise kimi zaman bir devrimci kimi de bir muhafazakâr olarak görülebilecektir.
Cari ahlaka karşı saldırıları ise gerçekte çıkarcı, salt kendisini düşünen, hınca veya intikama dayanan veya güç ve haz peşinde olan ahlaki bencillikleredir.
Kölelerin yıkıcılığı kadar varsılların duyarsızlığı da karşı koyduğu iki temel karakteristiktir.
İnsanlığın giderek bu cari tutumlara tâbi bireyler haline ge(tiri)ldiğini ve özgürlüğünü yitirdiğini söyleyen Nietzsche’ye göre “bilgiçlik ve kritikçilik” felsefenin yerini aldığından, bu da insanda düşünme ve özgürlük kaybına yol açmaktadır.
Felsefenin kanunu’nu yaşamın içindeki edimlerle fiiliyata geçirme çabasından vazgeçilmiştir. Onun yerine, âlimler halka sergilemek için, bir zamanlar görkem dolu günler yaşadığı halde şimdi soyu tükenmiş durumdaki felsefi öğretilerin iyi muhafaza edilmiş mumyalarının içini doldurma ve bunları süsleme görevini üstlenmekte; eleştirmenler ise yaratıcının geçmişine yoğunlaşarak eserin kendisini gözden kaçırmaktadırlar. 3
‘Tüm erdemlerin en az rastlananı’, aynı zamanda hem ahlaki hem de entelektüel bir erdem olan adalet, hakikat arzusuna hükmeder. 4
Oysa modernler açısından önde tutulan nesnellik ve hatta sayısallıktır.
Bu ise insanı, onun haysiyeti kadar özgürlüğünü ve hakikat arayışını hiçe sayan bir tutumdur ve bakışları varoluştan oluşa kaydırır.
Sokratik sorgulama, Platoncu idealizm ve Aristocu rasyonalizme karşı, insanı kendini bilmeye götürecek bir ilkedir.
Her ne kadar “sorgulanmamış bir hayatın yaşanmaya değmeyeceği”ne kail olsa da gidimli bir akıl yürütmeyi varoluşsal bir hayata egemen kılmaya çalıştığı için, Sokrates’i de eleştirir ve hakikate yakın olanın felsefeden ziyade sanat (tragedya ve Dionysoscu eğilim) oluşunu savunur.
Ahlaka yönelik eleştirileri ise varoluşun ahlaki yorumunu yapabilmek içindir.
Güç istenci, istencin akıldan daha temel olduğunu ima eder. Bilgi zihin tarafından keşfedilmez, istenç tarafından dünyaya dayatılır veya yansıtılır. Değişmez, sabit bir düzen olmadığına göre, yorum her zaman için sadece gücün ifadesidir. Özgün hiçbir şey yoksa ve sadece metin varsa, bilgi de yoktur; sadece yorum vardır. Metni kendi arzularımıza uyacak şekilde kurarız, çünkü başka türlü yapamayız.
Kitaplara gelince, yorum her zaman yorumlayanın değerler hiyerarşisinin silinmez izini taşıdığından, yazarın amacını araştırmanın bir anlamı yoktur. Tüm okumalar bir yazma ve tüm yorumlar kaçınılmaz olarak değer yüklü olduğu için okur metni kendi değirmeninde öğütmekte sonuna kadar haklıdır. 5
Oysa şimdiye değin insanın olguya ve bilmeye tâbi olduğu söylendi durdu.
Onun nasıl da önü alınamaz olan bir yorumcu olduğu, dur durak bilmeyen üretken ve yaratıcı tahayyülüyle rüyalarında bile sürekli icat ettiği öyküleriyle hayatı hep yeniden yorumladığı gözden kaçırıldı.
Bilim bile aslında hayatın yorumlarından bir yorumdur. Şayet bir kötülük var ise bu bizim tâbi olduğumuz yorumun kötülüğündendir.
O halde daha sahici rüyalar görmeli ve hayatın akışını tahayyüllerimizle değiştirmeliyiz.
Bakışımızın sağladığı sığa ile hayat bambaşka bir hale de gelebilir. Bilimsel yasalar ve estetik tutumumuz kadar ahlaki anlayışımız da kökten değişebilir.
Dünyanın efendileri yerinden edilerek iktidar olumlu bir yaratıcılığın hizmetine girebilir.
Çok geniş bir anlamda (insan istencinden bağımsız dışarlıklı bir ahlak düzeninin reddedilmesi olarak) yorumlanan tanrının ölümü düşüncesi, Nietzsche’nin düşüncesinin temelini oluşturduğu halde, Nietzsche, tanrıya bağlanan şeylerin (hakikat, bilgelik, tin, istenç, hak, erdem, adalet, doğa, sıradüzen, asalet, felsefe) vazgeçilmez gölgesine mütemadiyen sığınır.
Bu bağımlılığın Nietzsche’nin asla tam olarak kurtulmayı başaramadığı bir nostalji olarak kavranılabileceğini umanlar da var. Nihayetinde bu mazeret geçersiz, çünkü bu mazeret Nietzsche’nin düşünüşünü doğuran ve yönlendiren ahlaki amacı yanlış tanımlar. Nietzsche’nin düşüncesinde, perspektivizmle ilgili spekülasyonlarından, faillikle ilgili düşüncelerinden, yaratıcı istence düzdüğü övgülerden daha esas, sıradüzen ve azınlığın ayrıcalıkları hakkındaki kesin yargıdan daha asli ve tanrının ölümünden bile temel olan şey, Nietzsche’yi tanrının ölümüyle yüzleşmeye ve bu ölümün iyi yaşam için ahlaki ve siyasi önemini araştırmaya iten entelektüel vicdandır…
Nietzsche’nin cesur araştırmaları sayesinde gözlerini merakla açan bizler her şeye hazırlıklı olmalıyız: Hatta kim bilir, kutsal ve unutulmuş toprakları tekrar keşfetmeye bile. 6
Kaynaklar:
1. Peter Berkowitz, Bir Ahlak Karşıtının Etiği, Ayrıntı Y. s. 349.
2. Peter Berkowitz, age. s. 139.
3. Peter Berkowitz, age. s. 69.
4. Peter Berkowitz, age. s. 70.
5. Peter Berkowitz, age. s. 35.
6. Peter Berkowitz, age. s. 375, 376.